1.Problem Tanımı: Asimetrik Nükleer Düzen
Günümüz uluslararası ilişkiler sistemi, belirli devletlerin nükleer silaha sahip olmasına izin verirken, diğerlerini bu kapasiteden mahrum bırakan yapısal bir adaletsizlik üzerine kuruludur. Bu durum, “küresel nükleer apartheid” olarak da adlandırılabilecek bir eşitsizliği doğurur. Örneğin ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, hem nükleer silaha sahip olup hem de bu silahları koruma hakkına sahipken; Türkiye, İran, Mısır, Endonezya gibi ülkeler, nükleer enerjiyi yalnızca barışçıl amaçlarla kullanmakla sınırlanmıştır. Bu çifte standart, özellikle küresel güney ülkelerinde derin bir güvensizlik yaratmakta, uluslararası hukuk düzenine olan inancı sarsmaktadır. Nükleer caydırıcılığı tekelinde tutan ülkeler, bu silahları jeopolitik baskı aracı olarak kullanabilmektedir.
1.1. Nükleer Silahsızlanma Paradoksu: Adalet mi, Tehdit mi?
Soğuk Savaş sonrasında yaygınlaşan nükleer silahsızlanma çağrıları, çoğu zaman yalnızca silaha sahip olmayan ülkelere yöneltilmiştir. Oysa gerçek bir barış ve adalet anlayışı, öncelikle mevcut nükleer güçlerin kendi arsenallerini azaltmalarını gerektirir. Ne var ki bu ülkeler, silahsızlanmayı savunurken bir yandan da nükleer cephaneliklerini modernize etmeye devam etmektedir. Bu durum, silah sahibi olmayan ülkelere “silahsız kal, ama ben silahlanayım” şeklinde özetlenebilecek bir paradoks dayatmaktadır. Bu paradoks, bir yandan uluslararası toplumda güven bunalımına neden olurken, öte yandan egemenlik hakkına açık bir müdahale anlamına gelmektedir. Çünkü caydırıcılık, yalnızca silaha sahip olanların değil, tüm devletlerin hakkı olmalıdır.
1.2 Egemenlik Hakkı ve Dayatmanın Reddedilmesi
Devletlerin egemenliği, yalnızca toprak bütünlüğünü değil, aynı zamanda ulusal güvenlik stratejilerini belirleme hakkını da içerir. Bu çerçevede, bir ülkenin nükleer enerjiye veya teorik olarak nükleer caydırıcılık kapasitesine sahip olmak istemesi, mutlak surette saldırganlık olarak yorumlanamaz. Aksine, mevcut uluslararası güç dengeleri göz önünde bulundurulduğunda, birçok ülkenin bu yönde bir strateji geliştirmesi rasyonel bir tercih olabilir. Ancak Batılı ülkeler, bu stratejik iradeyi “tehdit” olarak tanımlayarak bazı ülkelere yaptırımlar, ambargolar ve diplomatik dışlama politikaları uygulamaktadır. Bu tutum, yalnızca adaletsiz değil; aynı zamanda sömürgeci bir zihin yapısının devamı niteliğindedir. Egemen devletlerin eşit haklara sahip olmadığı bir sistemde barıştan söz etmek mümkün değildir.
2. NPT’DE TEKNOLOJİ HAKKI: HUKUKİ TEMELLER
2.1 NPT’nin Eşitlik Temelli Vaatleri
Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT), uluslararası toplumun nükleer enerjiyi hem kontrol altına alma hem de barışçıl kullanım hakkını yaygınlaştırma amacını güden temel hukuki metinlerden biridir. Antlaşmanın IV. maddesi, açıkça, nükleer silaha sahip olmayan ülkelerin barışçıl nükleer teknolojiye erişim hakkını tanımaktadır. Bu maddeye göre “bu Antlaşma’daki hiçbir hüküm, tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma yapma, üretme ve kullanma hakkını” kısıtlamaz. Yani, NPT aslında yalnızca silahların yayılmasını önlemeyi değil, aynı zamanda nükleer teknolojinin eşitlikçi paylaşımını da öngörür (NPT, 1968). Ancak bu hükmün uygulamada ihlal edildiği ve seçilmiş birkaç devletin nükleer bilgi, malzeme ve teknoloji üzerinde tekel kurduğu görülmektedir. Bu ihlaller, hukuken tanınmış bir hakkın fiilen engellenmesi anlamına gelmektedir.
2.2 İran Örneği: Meşru Hakkın Gayrimeşru Algısı
İran’ın 2000’li yıllarda uranyum zenginleştirme programını geliştirmesiyle başlayan uluslararası kriz, NPT’nin eşitlikçi yapısının nasıl aşındığını gösteren çarpıcı bir örnektir. İran, 1968’den beri NPT’ye taraf bir devlet olarak, barışçıl nükleer teknolojiye erişme hakkına sahiptir. Ne var ki Batılı ülkeler, özellikle ABD ve AB, İran’ın bu hakkını ulusal güvenlik gerekçesiyle reddetmiş, Tahran’a ağır yaptırımlar ve diplomatik izolasyon uygulamıştır. Bu yaklaşım, NPT’nin IV. maddesinin ruhuna doğrudan aykırıdır. İran’a yönelik baskılar, aslında meşru bir hakkın gayrimeşru bir niyetle özdeşleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, yalnız İran’a değil, benzer teknoloji geliştirmek isteyen Türkiye, Brezilya ya da Güney Afrika gibi ülkelere de “siz yapamazsınız” mesajı vermektedir.
2.3 Türkiye ve Teknolojik Caydırıcılık Arayışı
Türkiye’nin nükleer enerjiye olan ilgisi 1950’li yıllara dayanır. Ancak son yıllarda bu çabalar, Akkuyu Nükleer Santrali gibi somut projelerle kurumsallaşmaya başlamıştır. Türkiye, NPT’ye taraf olmasına rağmen barışçıl nükleer faaliyetlerini yürütürken hem Batılı kamuoyu hem de bazı devletler tarafından “potansiyel silahlanma” ithamlarına maruz kalmaktadır. Bu durum, nükleer teknolojiyi yalnızca mevcut güçlerin imtiyazı olarak gören bir zihniyetin ürünüdür. Oysa Türkiye, NATO üyesi olmakla birlikte, bölgesel istikrar için teknolojik caydırıcılık kapasitesine sahip olmayı stratejik bir gereklilik olarak değerlendirmektedir. Ayrıca Ankara, BM ve IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) standartlarına uygun faaliyet yürütme konusunda da net tutum sergilemiştir (IAEA, 2020). Türkiye gibi yükselen orta güçlerin bu alanda bastırılması, sadece stratejik dengesizliği artırmakla kalmaz; aynı zamanda teknolojik sömürgecilik anlamı da taşır.
2.4 Barışçıl Amaçlar Gerçekten Destekleniyor mu?
NPT metninde geçen “barışçıl kullanım” ilkesi, teoride tüm devletlerin nükleer enerjiyi elektrik üretimi, tıbbi uygulamalar, tarım ve sanayi alanlarında kullanabilmesini garanti altına alır. Ancak fiiliyatta bu hak, bazı ülkeler için sistematik biçimde engellenmektedir. Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya gibi gelişmekte olan ülkeler, uranyum zenginleştirme ve reaktör geliştirme projelerinde uluslararası fon ve teknolojiye erişimde ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır. Bu durum, NPT’nin eşitlik ve iş birliği temellerini aşındırmakta; antlaşmayı bir baskı mekanizmasına dönüştürmektedir. Oysa teknolojinin yayılması, silahların yayılmasını zorunlu olarak beraberinde getirmez. Silahsızlanma ve teknolojik gelişme birlikte ilerleyebilecekken, özellikle Batılı ülkeler bu ikisini bilinçli biçimde birbirine karıştırmakta ve kendi dışındaki her gelişmeyi potansiyel tehdit olarak görmektedir. Bu da sistemin hukukiliğini ve meşruiyetini zedelemektedir.
3. GÜÇ DENGESİNE ETKİSİ: NÜKLEER İYİMSERLİK VE STRATEJİK ADALET
3.1 Nükleer Yayılma: Her Zaman Tehdit mi?
Uluslararası ilişkiler literatüründe nükleer silahların yayılmasına dair iki temel görüş bulunmaktadır: nükleer kötümserlik ve nükleer iyimserlik. Kötümser yaklaşım, nükleer silahların yeni aktörlere geçmesinin istikrarsızlığı artıracağını savunur. Ancak Kenneth Waltz gibi nükleer iyimser teorisyenler, nükleer silahların kontrollü yayılmasının aslında caydırıcılığı artırarak savaşı önleyebileceğini ileri sürmüştür (Waltz, 1981). Bu bağlamda, güç dengesine dayalı bir caydırıcılık sistemi, yalnızca süper güçlerin değil, bölgesel aktörlerin de barışa katkı sunmasını mümkün kılar. Türkiye, İran, Mısır veya Güney Afrika gibi ülkelerin nükleer teknolojiye erişimi, istikrarı tehdit etmez; aksine bölgesel denklemde tek taraflı üstünlüğü kırarak bir tür simetrik denge oluşturur.
3.2 Stability-Instability Paradoksu: İran Örneği
İran örneği, “stability-instability paradox” olarak bilinen stratejik teoriye önemli katkılar sunar. Bu yaklaşıma göre, iki tarafın da karşılıklı yok etme kapasitesine sahip olması durumunda doğrudan savaş ihtimali azalır. İran’ın nükleer programı, İsrail ve Suudi Arabistan gibi bölgesel rakiplerini sınırlı müdahaleler konusunda daha temkinli olmaya zorlamıştır. Bu, nükleer caydırıcılığın savaş çıkarmak yerine savaş ihtimalini azaltabileceği savını güçlendirir. İran örneğinde görüldüğü gibi, bir devletin nükleer teknolojiye sahip olması onun saldırganlaşacağı anlamına gelmez; bu teknoloji genellikle savunma ve caydırma amaçlıdır (Hymans, 2006). Bu yönüyle, nükleer silahların tek taraflı bir tehdit olarak görülmesi, çoğu zaman ideolojik ve siyasal önyargılarla şekillenmektedir.
3.3 Küresel Güney’de Denge Arayışı
Güney Yarımküre’deki birçok devlet, tarihsel olarak Batı’nın müdahaleci politikalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu bağlamda, Nijerya, Endonezya, Brezilya ve Meksika gibi ülkelerin nükleer teknolojiye erişimi, yalnızca enerji bağımsızlığı değil, aynı zamanda stratejik otonomi anlamına gelmektedir. Bu devletlerin barışçıl nükleer kapasite geliştirmeleri, Kuzey-Güney uçurumunu azaltabilir ve uluslararası sistemde daha eşitlikçi bir yapı kurulmasına katkı sağlayabilir. Özellikle Afrika Nükleer Silahsız Bölgesi (Pelindaba Antlaşması) ve Latin Amerika’da Tlatelolco Antlaşması gibi bölgesel girişimlerle bu ülkeler silahsızlanma konusunda taahhütlerde bulunmuşlardır. Ancak bu durum, onların nükleer teknolojiden tümüyle dışlanmaları anlamına gelmemelidir. Aksi halde bu ülkelerin jeopolitik rolleri kısıtlanır, kendi güvenliklerini tanımlama hakları ellerinden alınır.
3.4 Simetrik Caydırıcılık: Adaletin Anahtarı
Uluslararası sistemde güvenlik ve barışın sağlanmasının yolu, asimetrik baskı değil, simetrik caydırıcılıktan geçer. Şayet yalnızca bazı devletler nükleer silaha sahip olabilirken, diğerleri bu haktan mahrum bırakılırsa, bu durum güvenlik açığı doğurur. İsrail’in Ortadoğu’da sahip olduğu gizli nükleer kapasite, diğer bölge devletleri üzerinde sürekli bir baskı yaratmakta ve istikrarsızlığı derinleştirmektedir. Aynı şekilde Hindistan ve Pakistan örneklerinde görüldüğü üzere, her iki tarafın da nükleer kapasiteye sahip olması, çatışmaları sınırlı tutma konusunda etkili olmuştur. Dolayısıyla, stratejik adalet anlayışı çerçevesinde, teknolojik kapasitenin paylaşılması, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda barışçıl bir gerekliliktir.
4. NÜKLEER ADALETSİZLİĞİN POLİTİK SONUÇLARI: ŞANTAJ, BASKI VE HÜKÜMRANLIK KAYBI
4.1 Nükleer Tekelciliğin Küresel Şantaj Aracına Dönüşmesi
Günümüzde nükleer silaha sahip ülkeler, bu gücü yalnızca savunma amaçlı değil, aynı zamanda küresel siyasette şantaj ve baskı aracı olarak kullanmaktadır. ABD’nin Irak’a müdahalesi sırasında ileri sürülen kitle imha silahları gerekçesi, savaş sonrası gerçek olmadığı ortaya çıksa da, nükleer söylemin nasıl bir manipülasyon aracı olabileceğini göstermiştir. Yine Kuzey Kore örneğinde görüldüğü gibi, nükleer kapasiteye sahip olmak, uluslararası pazarlıklarda temel kozlardan biri haline gelmiştir. Ancak nükleer silaha sahip olmayan ülkeler, bu koza sahip olmadıkları için ya tehditlere boyun eğmek zorunda kalmakta ya da meşru savunmalarını dahi yapamayacak hâle getirilmektedirler. Bu durum, güçlünün hukukunu, hukukun gücünün önüne koyan bir düzen yaratmaktadır.
4.2 Almanya ve Japonya: Mağdurluktan Mağduriyete
İkinci Dünya Savaşı’nın mağlup devletleri olan Almanya ve Japonya, nükleer silah geliştirme hakkından fiilen dışlanmıştır. Oysa her iki ülke de yüksek teknolojiye, ekonomik güce ve uluslararası itibara sahip devletlerdir. Bu ülkelerin, sadece savaş sonrası yapılan siyasi dizayn nedeniyle nükleer caydırıcılık kapasitesine erişememesi, açık bir stratejik kısıtlama anlamına gelmektedir. Nükleer silahların varlığına karşı olduklarını defalarca ifade etmelerine rağmen, NATO’nun nükleer paylaşım mekanizmaları çerçevesinde nükleer tehdit sisteminin bir parçası hâline getirilmeleri, çelişkili bir durumu ortaya koyar. Yani bu ülkeler silah taşımazlar ama silahın gölgesinde yaşarlar. Bu durum, bağımsız karar alma kabiliyetlerini zayıflatmakta, “yüksek teknoloji ama sınırlı egemenlik” gibi bir siyasi pozisyona zorlamaktadır.
4.3 Şantaj Politikalarının Meşruiyet Krizi
Nükleer silah sahibi ülkeler, uluslararası sistemi bir tür “kontrollü tehdit oyunu”na dönüştürmüşlerdir. Bir ülkenin nükleer teknoloji geliştirme ihtimali bile, yaptırımların ve siyasi baskıların başlaması için yeterli sayılmaktadır. İran’a yönelik uygulanan ekonomik yaptırımlar, sadece Tahran’ın nükleer faaliyetlerini değil, aynı zamanda halkın günlük yaşamını da olumsuz etkilemiştir. Bu durum, kolektif cezalandırma anlayışına hizmet eder. Aynı şekilde, Türkiye’nin nükleer enerji projelerine karşı çıkan çevrelerin çoğu, çevresel değil, stratejik nedenlerle kaygı duymaktadır. Oysa bu tür baskılar, ilgili ülkelerde ters tepkiye neden olmakta, toplumlarda “Batı’ya karşı teknolojik bağımsızlık” bilinci oluşmasına yol açmaktadır. Uzun vadede bu yaklaşım, Batı’nın meşruiyetini ve norm koyucu rolünü yıpratmaktadır.
4.4 Egemenlik: Dayatma Değil, İlkesel Dengeyle Korunur
Uluslararası ilişkilerde eşitlik ve egemenlik ilkeleri, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın da temel sütunlarını oluşturur. Ancak nükleer silahlar konusu söz konusu olduğunda bu ilkeler sistematik biçimde çiğnenmektedir. Nükleer kulübe dâhil olan ülkeler, diğer devletlerin güvenlik arayışlarını bir tehdit olarak tanımlayarak, kendi statükolarını koruma refleksiyle hareket etmektedir. Bu durum, modern sömürgecilik anlayışının bir versiyonudur: askeri işgal yerine teknolojik ve stratejik tahakküm. Bu bağlamda Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Güney Afrika, Endonezya, Meksika, Brezilya, Japonya ve Almanya gibi ülkelerin nükleer teknolojiye erişim talepleri yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir eşitlik çağrısıdır. Bu çağrı bastırıldıkça, sistem daha da kırılgan hâle gelmekte ve bölgesel krizlerin küreselleşmesi ihtimali artmaktadır.
5. TEK TARAFLI SİLAHSIZLANMA ÇAĞRILARI: ÇİFTE STANDARTLARIN ÇÖKÜŞÜ
5.1 “Siz Yapamazsınız” Söyleminin Kolonyal Kökleri
Nükleer teknolojinin yayılması söz konusu olduğunda, Batı’nın özellikle gelişmekte olan ülkelere yönelik “siz yapamazsınız” yaklaşımı, açıkça bir üstünlük kompleksinin ve yeni-sömürgeci zihniyetin yansımasıdır. Bu yaklaşımın kökeni, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Batı merkezli dünya düzenine dayanır. O tarihten bu yana, teknoloji ve silah üstünlüğü üzerinden küresel hiyerarşi kurulmuş ve korunmuştur. Bugün ise bu yapı, sadece gücü korumak değil, diğerlerinin potansiyelini sistematik biçimde bastırmak için kullanılmaktadır. Bu durum, uluslararası hukukun “egemen eşitlik” ilkesine doğrudan aykırıdır (UN Charter, Madde 2). Kimin hangi teknolojiyi geliştirebileceğine dair fiili yasaklar koymak, yalnızca küresel adaletsizliği derinleştirmekle kalmaz; aynı zamanda dünya düzeninin meşruiyet zeminini de çözer.
5.2 Stratejik Teknolojiye Erişimin Engellenmesi: Hukuki Bir Saldırıdır
Bir ülkenin barışçıl amaçlarla dahi nükleer teknolojiye erişiminin sistematik olarak engellenmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda hukuki bir saldırıdır. NPT’nin IV. maddesi barışçıl kullanım hakkını açıkça tanımlarken, bu hakkın kullandırılmaması antlaşmanın ruhuna aykırıdır. Örneğin, Türkiye’nin, İran’ın veya Mısır’ın nükleer enerji alanında eğitim, ekipman ve yatırım süreçlerine karşı uygulanan dolaylı ambargolar, bu ülkeleri yalnızca geri bırakmayı değil, aynı zamanda dışa bağımlı kılmayı hedeflemektedir. Oysa teknolojiye erişim, kalkınma hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hakkın kısıtlanması, 21. yüzyılda “nükleer apartheid” olarak tanımlanabilecek bir sistemin inşasına yol açmaktadır (Joyner, 2009).
5.3 Çifte Standartlar: İsrail ve Hindistan Örnekleri
Nükleer silah sahipliği ve nükleer teknolojiye erişim konusunda uygulanan çifte standartlar, uluslararası hukukun taraflı uygulanmasına dair en açık örnekleri sunar. İsrail, NPT’ye taraf olmamasına rağmen nükleer silah kapasitesine sahiptir ve bu durum Batı tarafından görmezden gelinmektedir. Aynı şekilde Hindistan da NPT dışı bir ülke olarak nükleer silaha sahiptir, fakat ABD ile imzalanan sivil nükleer iş birliği anlaşmaları sayesinde meşruiyet zırhına büründürülmüştür. Bu ülkelerle ilişkiler “stratejik ortaklık” üzerinden yorumlanırken, benzer girişimleri olan Müslüman veya Afrika kökenli ülkeler “potansiyel tehdit” yaftasıyla bastırılmaktadır. Bu çifte standart sadece güvenliği değil, uluslararası hukukun kendisini de işlevsizleştirmektedir.
5.4 Nükleer Düzenin Geleceği: Dönüşüm mü, Çöküş mü?
Bugünkü nükleer silahsızlanma çağrıları, yalnızca belirli ülkeleri hedef alıyor ve bu çağrılar samimi değil, işlevseldir. Gerçek bir silahsızlanma, sadece İran, Türkiye veya Güney Afrika’dan değil; aynı zamanda ABD, Rusya, Çin, İsrail ve Fransa’dan da talep edilmelidir. Aksi hâlde nükleer düzen, hegemonik baskı aracı olmaya devam edecek ve bu sistemin çöküşü kaçınılmaz hâle gelecektir. Geleceğin nükleer düzeni ya eşitliğe dayalı çok taraflı caydırıcılık prensibine oturacak ya da tamamen meşruiyet krizine sürüklenecektir. Bu noktada, yukarıda sayılan ülkelerin (Türkiye, İran, Meksika, Brezilya, Nijerya, Endonezya, Japonya, Almanya vb.) seslerini daha güçlü çıkarmaları, yalnız kendi çıkarları için değil, uluslararası sistemin adil dönüşümü açısından da bir zorunluluktur.
6. BÖLGESEL GÜÇLERİN NÜKLEER HAKKI: ADALETE DAYALI BİR YENİ DÜZEN ÖNERİSİ
6.1 Türkiye ve İran: Eksen Ülkelerin Caydırıcılık Talebi
Türkiye ve İran gibi tarihsel ve jeopolitik açıdan güçlü ülkelerin nükleer teknolojiye erişim istemesi, Batı’da sıklıkla “bölgesel istikrarsızlık tehdidi” olarak lanse edilmekte, bu çarpıtma ile meşru haklar bastırılmaktadır. Oysa her iki ülke de, Batı’nın güvenlik çıkarları açısından değil, kendi egemenlik anlayışları çerçevesinde bu teknolojiyi talep etmektedir. Türkiye’nin NATO üyesi olmasına rağmen nükleer paylaşım sistemine yalnızca dolaylı katılması ve caydırıcılık mekanizmasına doğrudan sahip olmaması, kabul edilemez bir eşitsizliktir. İran ise nükleer programı nedeniyle yıllarca Batılı güçlerin ekonomik ve diplomatik yaptırımlarına maruz kalmış, halkı ağır bedeller ödemiştir. Bu iki örnek, nükleer hakların yalnızca “güvenlik” değil, aynı zamanda “onur” ve “bağımsızlık” meselesi olduğunu açıkça göstermektedir.
6.2 Afrika ve Latin Amerika: Sessiz Güçlerin Stratejik Rolü
Nijerya, Güney Afrika, Meksika ve Brezilya gibi ülkeler, küresel sistemde zaman zaman ikinci plana itilmiş olsalar da hem ekonomik hem diplomatik kapasiteleriyle yükselen bölgesel güçlerdir. Güney Afrika, 1980’lerde gizli nükleer programını gönüllü olarak sonlandırmış ve uluslararası kamuoyuna örnek gösterilmiştir. Ancak bu ülkelerin barışçıl nükleer teknolojiden dışlanmaları, bu ödülün boş bir retorikten ibaret olduğunu gözler önüne sermektedir. Brezilya ve Meksika ise barışçıl nükleer programlarını sürdürmelerine rağmen, her an “niyetleri” sorgulanabilir ülkeler olarak görülmektedir. Bu yaklaşım, “güvenilmeyen toplumlar” anlayışının modern yansımasıdır ve ırkçı, bölgeci kodlar taşımaktadır. Oysa bu ülkeler, bölgesel barışın teminatı olabilecek kapasite ve sorumluluğa sahiptir.
6.3 Almanya ve Japonya: Endirekt Egemenlik Kıskacı
Almanya ve Japonya, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sadece nükleer silah üretiminden değil, bu teknolojinin bazı alanlarında egemen kullanım hakkından da fiilen dışlanmışlardır. Her iki ülke de sanayi ve bilimsel altyapı açısından dünyanın en ileri ülkeleri arasında yer almasına rağmen, “yeniden silahlanma” korkusuyla stratejik olarak sınırlanmışlardır. Bu durum, teknik gelişmişlik ile stratejik bağımsızlık arasındaki uçurumu dramatik şekilde gözler önüne sermektedir. Japonya’nın atom bombası mağduriyeti, nükleer enerjiye dair halk nezdinde derin bir hassasiyet oluşturmuş olsa da, bu durum ülkenin egemenlik hakkını tamamen dışlamayı haklı kılmaz. Almanya’nın ise ABD’nin nükleer başlıklarını barındırıyor olması ama kendi karar mekanizmalarında bu konuda etkili olmaması, “üst düzey taşeronluk” durumuna işaret eder.
6.4 Hak Sahipliği ve Sorumluluk: Eşzamanlı Talep Zorunluluğu
Nükleer silahlar konusu yalnızca teknik bir mesele değil, bir sistem tartışmasıdır. Bugünün nükleer düzeni, bazı ülkelere “hak”, diğerlerine ise yalnızca “yükümlülük” dayatmaktadır. Bu asimetri sürdürülemezdir. Türkiye, İran, Meksika, Brezilya, Nijerya, Endonezya, Japonya ve Almanya gibi ülkeler yalnızca kendi güvenliklerini değil, aynı zamanda bölgesel dengeyi temsil etmektedir. Bu ülkelerin nükleer teknolojiye erişimi; silah değil, güvenlik, denge ve eşitlik aracı olarak görülmelidir. Sorumsuz yayılmanın değil, ilkeli caydırıcılığın savunuculuğu yapılmalıdır. Nükleer kulüp dışı kalan bu ülkelerin talepleri karşılanmadıkça, dünyada nükleer adalet kurulamaz, güvenlik ise yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığın tekelinde kalır.
7. SİYASİ BAĞIMSIZLIK VE NÜKLEER CAYDIRICILIĞIN İLİŞKİSİ
7.1 Askeri Gücün Dönüştürücü Etkisi
Tarih boyunca bağımsız dış politika izleyebilen ülkelerin ortak özelliği, savunma kapasitelerinin güçlü olmasıdır. Modern çağda ise bu kapasitenin tepe noktası, nükleer caydırıcılıktır. Bir ülkenin nükleer silaha sahip olması, saldırıya uğraması hâlinde misilleme tehdidi sayesinde dış müdahalelere karşı koruma sağlar. Bu bağlamda, nükleer silahlar yalnızca savaş aracı değil, savaşın çıkmasını engelleyen bir “dengeleyici” unsurdur. Ancak nükleer silah sahibi olmayan ülkeler, özellikle büyük güçlerin çıkarlarıyla çatıştıklarında askeri müdahale riskiyle çok daha sık yüzleşmektedir. Irak, Libya ve Suriye gibi örnekler, bu savunmasızlığın trajik sonuçlarını göstermiştir.
7.2 Bağımsızlık Söylemlerinin İçinin Boşaltılması
“Bağımsız dış politika” söylemi, ancak gerçekçi ve caydırıcı bir askeri güçle desteklendiğinde anlam kazanır. Nükleer silah sahibi ülkeler, bu gücü sayesinde bağımsız kararlar alabilirken, silahsız ülkeler sıklıkla uluslararası baskılara boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Örneğin Türkiye’nin 2003 Irak Savaşı’nda ABD baskısına rağmen kendi parlamentosunda yabancı asker geçişine izin vermemesi önemli bir duruştu, ancak bu tür dirençlerin sürdürülebilir olması, savunma kapasitesinin artırılmasıyla mümkündür. Aksi hâlde “bağımsızlık” yalnızca retorik olur, stratejik gerçekliğe dönüşemez.
7.3 Teknolojik Esaret: Savunma Sanayinde Bağımlılık
Nükleer teknolojiye erişim, sadece caydırıcılık değil, aynı zamanda genel savunma sanayisinin gelişmesi açısından da kritik önemdedir. Nükleer enerji, uzay teknolojileri, yüksek mühendislik sistemleri ve yapay zekâ destekli savunma sistemleri gibi alanlarda ilerleme, genellikle birbirini besleyen süreçlerdir. Nükleer güce erişemeyen ülkeler, bu teknolojik zincirin diğer halkalarında da geri kalmaktadır. Bu ise onları Batılı ülkelerin teknoloji ihracat kısıtlamalarına ve silah ambargolarına karşı savunmasız hâle getirmektedir. Bir ülkenin silahını dışardan temin etmesi, sadece ekonomik değil, stratejik bağımlılık yaratır. Bu bağımlılığın kırılması, nükleer alanda da teknolojik ilerleme ile mümkündür.
7.4 Kendi Gücünü Tanımlamak: Egemenliğin Yeni Tanımı
Günümüzde egemenlik, sadece toprak bütünlüğünü koruma değil, aynı zamanda stratejik kararları özgürce alabilme kapasitesiyle ölçülmektedir. Bu bağlamda nükleer caydırıcılık, çağdaş egemenlik anlayışının temel unsurlarından biridir. Egemen bir devlet, dış baskılardan arınmış bir şekilde kendi güvenlik ve dış politika stratejisini belirleyebilmelidir. Almanya, Japonya, Türkiye, Brezilya gibi ülkeler bu anlamda yarı-egemenlik tuzağına çekilmektedir. Bu ülkelerin potansiyel nükleer kapasiteleri fiilen bastırılmakta, böylece stratejik karar alma hakları sınırlandırılmaktadır. Oysa gerçek barış ve denge, güçlü ve özgür karar alabilen devletlerle mümkündür. Bu da nükleer güce erişimin bir lüks değil, bir hak ve zorunluluk olduğunu gösterir.
8. NÜKLEER TEKELİNİN STRATEJİK ŞANTAJ OLARAK KULLANILMASI
8.1 “Yaparsan Yaptırım” Söylemi: Güvenlik mi, Şantaj mı?
Batılı ülkeler ve özellikle nükleer silah sahibi devletler, nükleer teknolojiye erişmek isteyen ülkelere karşı sıkça “yaptırım” tehdidini birincil diplomatik araç olarak kullanmaktadır. Bu yaklaşım, ne caydırıcılığın etik bir biçimi ne de uluslararası hukuka uygun bir tavırdır. Aksine, stratejik bir şantajdır. İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine karşı uygulanan uzun süreli ekonomik yaptırımlar, bu politikanın en somut örneğidir. Aynı politika Kuzey Kore’ye de uygulanmış, fakat sonuç alınamamıştır. Demek ki “yaptırım” caydırmaz, sadece halkları cezalandırır, siyasal iradeleri sertleştirir. Bir ülkenin teknolojik gelişme çabası, “tehdit” olarak yaftalanıyorsa, burada samimiyet değil, küresel kontrol arzusu vardır.
8.2 NATO ve Nükleer Adaletsizlik
NATO içinde yer alan bazı ülkeler (örneğin Türkiye, Almanya, Hollanda) ABD’nin nükleer silahlarını topraklarında barındırırken bu silahlar üzerinde hiçbir denetime ya da kullanma hakkına sahip değildir. Bu durum, “ortak savunma” prensibine açıkça aykırıdır. Gerçekte bu yapı, bazı NATO ülkelerini nükleer şemsiye altına alırken diğerlerini siyasi rehin haline getirir. Türkiye gibi ülkeler, bu silahların hedefi olabilecekken, aynı zamanda onları kullanma hakkına dahi sahip değildir. Bu durum, adil ve egemen bir ittifaktan çok, bağımlılık ilişkisi doğurur. Dahası, bu eşitsizlik uzun vadede ulusal güvenlik mimarisini çürütür.
8.3 Uluslararası Kurumların Tarafgirliği
IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) gibi kurumlar, nükleer denetim ve gözetim görevlerini tarafsızlık temelinde sürdürmekle yükümlüdür. Ancak pratikte bu kurumların Batı merkezli karar alma mekanizmalarına hizmet ettiği görülmektedir. İran ve Irak gibi ülkelerin programları yoğun şekilde denetlenirken, İsrail’in nükleer programı neredeyse dokunulmazdır. Bu durum uluslararası hukukta “objektiflik” ilkesinin açık ihlalidir. Böyle bir sistemde, hukuki denetim yerini politik müdahaleye bırakmakta; şeffaflık, sadece hedef alınan ülkelere dayatılan bir araç haline dönüşmektedir.
8.4 Egemenliğe Müdahale Aracı Olarak Nükleer Kartı
Nükleer teknoloji, yalnızca askeri değil; enerji, sağlık, tarım ve sanayi alanlarında da kritik bir yer tutmaktadır. Bu alanlarda dahi teknolojik erişimin engellenmesi, ülke kalkınmasının önüne geçmektedir. Teknolojik gelişimin önlenmesi, doğrudan siyasal kontrol amacıyla kullanılmaktadır. Örneğin, nükleer santral kurmak isteyen Türkiye, defalarca dış politik şantajlara maruz kalmış, tedarikçi ülkeler teknik süreçleri siyasi krizlere bağlayarak süreci sekteye uğratmıştır. Bu yaklaşım, yalnızca ekonomik değil, doğrudan siyasi bir müdahaledir. Bu tür müdahalelere karşı çıkmak, yalnızca teknik bir hak mücadelesi değil, ulusal egemenliğin savunulmasıdır.
9. ULUSLARARASI HUKUK VE NÜKLEER HAK: MEŞRUİYET VE ÇİFTE STANDARTLAR
9.1 Uluslararası Hukukun Evrenselliği ve Uygulamadaki Çelişkiler
Uluslararası hukuk, devletlerin egemen eşitliği ve uluslararası barışın korunması prensiplerine dayanır. Ancak nükleer silahlar konusunda bu hukukun uygulanması ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT), tüm devletlere barışçıl nükleer teknolojiye erişim hakkı tanırken, nükleer silahların yayılmasını engellemeyi amaçlamaktadır. Ancak uygulamada, bu antlaşmanın getirdiği yükümlülükler yalnızca belirli ülkeler için geçerli kılınmakta; diğer ülkelerin hakları kısıtlanmaktadır. Bu durum, uluslararası hukukun evrensel ilkelerine doğrudan zarar vermektedir.
9.2 Çifte Standartların Uluslararası Sisteme Zararları
Nükleer silah sahibi ülkelerin ve müttefiklerinin, bazı ülkelerin nükleer programlarına yönelik sert yaptırımları uygularken, aynı silahları başka ülkeler için görmezden gelmeleri ya da desteklemeleri, uluslararası toplumun meşruiyetini zedelemektedir. İsrail, Hindistan ve Pakistan örnekleri, bu çifte standartların simgesi haline gelmiştir. Bu durum, devletlerin hukuka olan güvenini azaltmakta ve silahlanma yarışını tetiklemektedir. Hukuk, adil uygulanmadıkça caydırıcı olmaktan çıkmaktadır.
9.3 Meşru Savunma Hakkı ve Nükleer Teknoloji
Bir devletin kendi güvenliği için nükleer teknoloji geliştirmesi, uluslararası hukuk çerçevesinde meşru bir savunma hakkı olarak görülmelidir. Özellikle bölgelerinde istikrarı sağlamak isteyen orta büyüklükteki güçlerin bu talepleri, politik baskılarla engellenmektedir. Bu engeller, sadece hukuki değil, etik ve stratejik açıdan da sorunludur. Devletlerin savunma kapasitelerini sınırlandırmak, onları dış müdahalelere karşı savunmasız bırakmak anlamına gelir.
9.4 Hukuki Reform ve Küresel Nükleer Adaletin İnşası
Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve barışçıl nükleer teknolojinin paylaşımı konusunda uluslararası hukukun güncellenmesi şarttır. Bu reform, mevcut çifte standartları ortadan kaldırmalı, tüm devletlerin eşit ve adil erişimini güvence altına almalıdır. Ancak böyle bir reform, uluslararası sistemin istikrarını artıracak, küresel barışa hizmet edecektir. Bu da ancak güçlü bölgesel güçlerin ve gelişmekte olan ülkelerin aktif katılımıyla mümkün olabilir. Nükleer haklar, yalnızca güçlünün tekelinde olmamalı, adalet temelinde paylaşılmalıdır.
10. SONUÇ: NÜKLEER HAK VE DENGELERİN YENİDEN KURGULANMASI
10.1 Nükleer Silahların İmhası mı, Eşit Haklar mı?
Dünyada kalıcı barışın sağlanabilmesi için iki temel yaklaşım mevcuttur: ya tüm ülkelerdeki kitle imha silahları imha edilir, ya da tüm ülkelerin bu silahlara ulaşma hakkı eşit ve adil şekilde tanınır. İlk seçenek, idealist olsa da uygulanabilirliği ve güvenliği sağlama konusunda büyük sorunlar taşımaktadır. İkinci seçenek ise, güç dengesini dengeleyerek hegemonya ve tehdit siyasetini azaltacak, uluslararası sistemi daha adil ve sürdürülebilir kılacaktır. Mevcut durumda ise, belirli ülkelerin nükleer silahlar üzerindeki tekelci tutumu, egemenlik ihlali ve esaretin modern biçimi olarak kabul edilmelidir.
10.2 Dayatma ve Şantaj Politikalarının Sonu
Nükleer silahların dağılımı konusunda uygulanan çifte standartlar, yaptırım tehditleri ve diplomatik şantajlar, uluslararası ilişkilerde güvenlik zafiyetleri yaratmakta; bu da daha fazla silahlanma ve kriz demektir. Haksızlık üzerine kurulu bu sistem, adalet talep eden ülkelerin meşru haklarının gasp edilmesine yol açmaktadır. Bu dayatma politikaları sona erdirilmediği sürece, uluslararası barış ve istikrar hayalden öteye geçemez.
10.3 Bölgesel Güçlerin Nükleer Hakları ve Uluslararası Sistem
Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Güney Afrika, Endonezya, Meksika, Brezilya, Japonya ve Almanya gibi yükselen ve bölgesel dengeyi sağlayan ülkelerin nükleer teknolojiye erişim hakkı meşrudur. Bu ülkelerin barışçıl amaçlarla veya caydırıcılık stratejileri için nükleer alanda yetkinleşmeleri, küresel barış için bir risk değil, aksine bir fırsattır. Uluslararası sistem bu hakları görmezden gelmek yerine kabul etmeli, bu doğrultuda yeni adalet ve denge mekanizmaları geliştirmelidir.
10.4 Geleceğe Yönelik Öneriler
Kalıcı barış için;
• Tüm ülkelerdeki kitle imha silahlarının imha edilmesi veya
• Nükleer silahlar konusunda eşitlikçi, adalet temelli bir uluslararası hukuk düzeninin kurulması
gerekmektedir. Bu amaçla uluslararası kurumların tarafsızlığı artırılmalı, çifte standartlar kaldırılmalı, teknolojik erişim hakları tüm ülkelere eşit şekilde sağlanmalıdır. Böylece yeni bir küresel denge ve güvenlik mimarisi inşa edilebilir. Aksi halde, hegemonik güçlerin tehdit ve şantaj politikaları devam edecek, dünya kalıcı barışa ulaşamayacaktır.
Kaynakça
1. Dunn, L. A. (2007). Controlling the Bomb: Nuclear Proliferation in the 21st Century. The Washington Quarterly, 31(2), 133–145.
2. Fitzpatrick, M. (2006). The Iranian Nuclear Crisis: Avoiding Worst-Case Outcomes. Adelphi Paper, IISS.
3. Kibaroglu, M. (2012). Turkey’s Quest for Peaceful Nuclear Technology: A Structural Realist Perspective. The Nonproliferation Review, 19(3), 363–383.
4. Joyner, D. H. (2009). International Law and the Proliferation of Weapons of Mass Destruction. Oxford University Press.
5. United Nations Treaty Collection, Treaty on the Non-Proliferation of Nuclear Weapons (NPT), 1968.
6. Cirincione, J. (2007). Bomb Scare: The History and Future of Nuclear Weapons. Columbia University Press.
7. Sagan, S. D. (1996). Why Do States Build Nuclear Weapons? International Security, 21(3), 54–86.
8. Tertrais, B. (2007). Nuclear Deterrence in the 21st Century: Lessons from the Cold War for a New Era of Strategic Piracy. IFRI.
9. Kibaroglu, M. & Caglar, B. (2008). Implications of a Nuclear Iran for Turkey. Middle East Policy, 15(4), 59–80.
10. Kibaroglu, M. (2014). Turkey’s Quest for Strategic Autonomy in the Nuclear Domain. The Nonproliferation Review, 21(3-4), 363–379.
11. Sokolski, H. (Ed.). (2010). Reviewing the Nuclear Nonproliferation Treaty (NPT). Strategic Studies Institute.
12. Waltz, K. (1990). Nuclear Myths and Political Realities. American Political Science Review, 84(3), 731–745.
13. Spector, L. S., & McDonough, M. (1997). Tracking Nuclear Proliferation. Carnegie Endowment.
14. Maull, H. (1990). Germany and Japan: The New Civilian Powers. Foreign Affairs, 69(5), 91–106.
15. United Nations Charter, Articles 1–2, Article 2.
16. ICJ (1996). Legality of the Threat or Use of Nuclear Weapons, Advisory Opinion.
17. Hymans, J. E. C. (2006). The Psychology of Nuclear Proliferation: Identity, Emotions and Foreign Policy. Cambridge University Press.
18. African Nuclear-Weapon-Free Zone Treaty (Pelindaba Treaty), 1996.
19. Treaty of Tlatelolco (Treaty for the Prohibition of Nuclear Weapons in Latin America and the Caribbean), 1967.
20. IAEA (2020). Country Nuclear Power Profiles – Turkey. https://cnpp.iaea.org 21. Waltz, K. (1981). The Spread of Nuclear Weapons: More May Be Better. Adelphi Papers, No. 171. International Institute for Strategic Studies.