“ABD Denetiminde Kandırılmış Değil, Tasarlanmış Bir Süreç: Silah Bırakma Tiyatrosu, Yeni Anayasa Hamlesi ve Ortadoğu’nun Formatlanışı”

12 Temmuz

yüzyılın ilk çeyreğinde Ortadoğu coğrafyasında yaşanan dönüşüm süreçleri, yalnızca emperyal aktörlerin müdahaleleriyle değil, aynı zamanda yerel siyasi figürlerin çıkar ittifaklarıyla da şekillenmektedir. Türkiye özelinde AKP, MHP ve DEM (eski HDP) arasındaki dolaylı ve dolaysız ilişkiler, bu bağlamda kritik önemdedir. Kamuoyuna “çözüm süreci”, “yeni anayasa”, “millî beka”, “barış süreci” gibi ifadelerle sunulan politikalar, aslında çok katmanlı bir yeniden yapılandırmanın parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Silah bırakma tiyatrosu olarak adlandırılan süreç, yalnızca terörle mücadele politikalarıyla sınırlı bir olgu değildir. Bu süreç, Türkiye’nin siyasal yapısını yeniden dizayn etme çabasının bir ayağı olarak, özellikle ABD’nin bölgesel çıkarları doğrultusunda sahneye konulmuştur (Yalçın, 2014). Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yürüttüğü görüşmeler, Recep Tayyip Erdoğan’ın “millî birlik ve kardeşlik projesi” adıyla yürüttüğü girişimler ve Devlet Bahçeli’nin taktiksel muhalefeti, bir kader birliği olarak değerlendirilmelidir. Her ne kadar bu aktörler kamuoyunda farklı pozisyonlarda görünse de, ortaya çıkan sonuçlar aynı merkezden yönlendirilen bir stratejinin uzantısı olmuştur (Duran, 2015).

Yeni anayasa tartışmaları ise, görünürde demokratikleşme vurgusu taşısa da, içerik itibariyle rejimsel dönüşüm projeksiyonu taşımaktadır. Başkanlık sistemine geçiş, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aşındırılması ve yürütmenin mutlak hâkimiyeti, bu anayasa çalışmalarının temel hedefi olmuştur (İnsel, 2016). Anayasa tartışmalarında DEM’in destekleyici tutumu, bu partinin etnik temelli taleplerini meşrulaştırmak amacıyla yapılan stratejik bir tercihtir. Diğer yandan MHP’nin anayasal dönüşüme destek verirken gösterdiği milliyetçi söylem, tabanını konsolide etmekten öteye geçmemiştir.

BÖLÜM I

BOP ve Türkiye: ABD’nin Ortadoğu Formatlama Stratejisinde Ankara’nın Yeri

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin küresel hegemonya stratejisinin bir uzantısı olarak şekillenen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), yalnızca enerji güvenliğini sağlamak ya da terörle mücadele kisvesiyle yürütülen bir operasyon değildir. Bu proje, özellikle İslam coğrafyasındaki mevcut siyasal sınırları, ideolojik eksenleri ve toplumsal yapıların kimyasını yeniden tasarlamayı hedefleyen çok katmanlı bir jeopolitik dönüşüm planıdır. 2003 Irak işgali ile sahneye sürülen bu planın, Türkiye gibi NATO üyesi ülkeler için bir taşeronluk görevi yüklediği açıktır (Chomsky, 2007). BOP’un eş başkanlığını üstlendiğini açıkça beyan eden dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemleri, Türkiye’nin bu emperyal mühendislikte aktif bir rol oynadığını teyit etmektedir (Erdoğan, 2004).

ABD’nin BOP çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği rol, klasik askeri müttefiklikten ziyade “model ülke” kavramı üzerinden şekillenmiştir. Bu model, bir yandan İslam ile demokrasinin bağdaştırılabileceği iddiasını taşırken, diğer yandan bu yapının küresel neoliberal düzenle uyumlu olmasını öngörüyordu (Fuller, 2008). Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti, hem içeride siyasal İslam’ı normalleştiren politikalarla hem de dış politikada ABD çizgisine paralel tutumuyla bu role gönüllü biçimde angaje olmuştur. Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki pozisyonlanışı, “Kürt meselesi” üzerinden yürütülen açılım süreçleri ve bölgesel askeri hamleleri bu çerçevede okunmalıdır (Kardaş, 2011).

BOP’un en önemli ayaklarından biri, ulus-devlet yapılarının çözülmesi ve etnik-mezhebi fay hatları üzerinden yeni mikro devletçiklerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin doğusundaki “Kürt meselesi”, yalnızca bir iç güvenlik problemi olarak değil, aynı zamanda BOP’un böl-parçala-yönet paradigmasına hizmet eden bir enstrüman olarak değerlendirilmiştir. Nitekim terör örgütü PKK’nin silahlı varlığı ve lideri Öcalan’ın “siyasi meşruiyeti”, bu projeksiyon dâhilinde sistematik olarak kullanılmıştır. 2009’da başlatılan “Kürt açılımı” süreci ve 2013-2015 İmralı görüşmeleri, ABD’nin bölgesel tasarımına paralel olarak ilerlemiştir (Çandar, 2012). Erdoğan’ın bu süreçte gösterdiği “barışçıl” pozisyon ise hem içeride oy devşirme, hem de dışarıya ‘ılımlı İslamcı lider’ imajı çizme çabasının ürünüydü.

Ancak bu işbirliği, Erdoğan rejiminin 2011 sonrası Suriye iç savaşına yönelik agresif politikaları ve ABD ile yaşadığı çıkar çatışmaları nedeniyle zamanla çatırdamaya başlamıştır. Yine de, Türkiye’nin BOP’taki işlevi tamamlanmadan süreçten kopması mümkün olmamıştır. Özellikle anayasa tartışmaları, başkanlık sistemine geçiş ve “tek adam rejimi” olarak nitelenen yeni yönetim yapısı, tam da BOP’un önerdiği “otoriter ama Batı yanlısı” yönetim modeline uygundur (Gürpınar, 2019). Bu bağlamda, Erdoğan liderliğindeki Türkiye, emperyal projelerin taşeronluğunda siyasal rejimini yeniden formatlarken, içeride ve dışarıda ittifaklarını da buna göre şekillendirmiştir. Bahçeli’nin MHP’si ve Öcalan’ın temsil ettiği terör endeksli çizgi, bu yeni düzende pozisyon alarak BOP eksenli planlamada doğrudan fakat etkili figürler hâline gelmiştir.

BÖLÜM II

Silah Bırakma Tiyatrosu: İmralı Süreci’nin Perde Arkası

2013 yılında “çözüm süreci” olarak kamuoyuna sunulan İmralı merkezli görüşmeler, görünüşte barış ve demokratikleşme amacı taşısa da, arka planında iç siyasetteki denge oyunları ve dış politikadaki yönelimler doğrultusunda tasarlanmış bir mühendislik süreciydi. Abdullah Öcalan’ın “barış elçisi” olarak lanse edilmesi ve Kandil ile kurulan doğrudan temaslar, devletin terörle mücadele anlayışında dramatik bir kırılmaya işaret ediyordu. Süreç boyunca silahların gömüleceği ve siyasetin ön plana çıkacağı yönündeki söylemler, esasen kamuoyunu hazırlamak ve muhalefeti pasifize etmek adına kullanılan taktiksel araçlardı (Watts, 2010). Ancak bu görüntünün ardında, silahlı yapının tasfiyesinden çok, yeniden konumlandırılması yatıyordu.

İmralı süreci, aynı zamanda Erdoğan’ın başkanlık hedefiyle doğrudan bağlantılıydı. AKP hükümeti, bu süreç aracılığıyla güneydoğulu seçmenlerin desteğini alarak 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasındaki anayasal dönüşüm için gerekli zemini inşa etmeye çalıştı. Öcalan’a verilen mesajların, devlet yetkilileri aracılığıyla HDP heyetleri tarafından kamuoyuna servis edilmesi; demokratik şeffaflıktan çok, halkla ilişkiler stratejisine dayalı bir tiyatro gösterisiydi. Ne var ki Kandil’in ve HDP’nin bazı aktörlerinin bu süreci içselleştirmemesi, sahadaki silahlı yapı ile masadaki siyasal aktörlerin söylem tutarsızlıklarını giderek görünür hâle getirmiştir (Gürer, 2015). Süreç boyunca hem devlet hem örgüt açısından “çift yönlü oyalama” yaşanmış, taraflar birbirini taktiksel olarak kullanmış ama stratejik güven inşa edememiştir.
“Çözüm sürecinin” mimarlarından biri olan dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ((2009–2015) daha sonra İbrahim Kalın bu rolü üstlendi)) bizzat İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan’la müzakerelere katılması, sürecin bir istihbarat operasyonu boyutu taşıdığını göstermektedir. Fidan hakkında 2012 yılında açılmak istenen “KCK davası” ve bu dava üzerinden dönemin Başbakanı Erdoğan’a yöneltilen siyasi hamleler, çözüm sürecinin bir yönüyle uluslararası güç mücadelesinin arenası hâline geldiğini açıkça ortaya koymuştur (Gürsel, 2016). Bu noktada süreç, yalnızca iç barışa dair bir mesele olmaktan çıkmış; küresel güç dengelerinin, bölgesel harita planlamalarının ve Türkiye içindeki iktidar kavgalarının düğüm noktası olmuştur. “Barış “ söyleminin ardında dönen istihbarat savaşları ve siyasi hesaplar, sürecin aktörleri arasında gerçek bir mutabakat zemini oluşmasını engellemiştir.
Neticede 7 Haziran 2015 seçimleri ve ardından yaşanan siyasi kırılma, çözüm sürecinin gerçek anlamda hiçbir zaman “çözüm” niyetiyle yürütülmediğini gözler önüne sermiştir. Seçimlerin ardından artan şiddet, Sur ve Cizre gibi kentlerde yaşanan ağır çatışmalar ve şehir savaşları, sürecin topluma ne derece maliyetli bir sonuç doğurduğunu açıkça ortaya koymuştur. Silah bırakma vaadiyle başlatılan sürecin, tersine silahların şehir içine taşındığı bir ortam yaratması; halkta ciddi bir travma yaratmış, devletin güvenilirliği ciddi biçimde sarsılmıştır. Erdoğan, bu süreçten iki kazançla çıkmıştır: Birincisi, başkanlık yolunda güneydoğulu oylarının kısa süreliğini de olsa kazanımı; ikincisi ise sürecin çökmesiyle oluşan milliyetçi dalgayı arkasına alarak MHP ile ittifaka zemin hazırlaması (Yılmaz, 2018). Dolayısıyla çözüm süreci, tarafların asla gerçek anlamda çözüm istemediği, kontrollü ve planlı bir kırılmaya hazırlanan bir tiyatrodan ibaretti.

BÖLÜM III

Yeni Anayasa Tartışmaları: Başkanlık Rejimi ve Muhalefetin Kullanımı

Türkiye’nin siyasal tarihinde anayasa tartışmaları, her zaman rejim krizlerinin, iktidar mücadelelerinin ve toplumsal kırılmaların yoğunlaştığı dönemlerle eşzamanlı yürümüştür. AKP iktidarının 2010 referandumundan sonra başlattığı “sivil anayasa” söylemi, demokratikleşmeden çok, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aşındırılması ve yürütme erkinin Erdoğan bünyesine endeksli merkezileştirilmesi hedefini taşımaktaydı. 2017 referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, Türkiye’de parlamenter demokratik yapının sonunu getirirken, yasama ve yargının yürütmeye bağlı hâle geldiği bir otoriter başkanlık rejimi tesis edilmiştir (Keyman & Gümüşçü, 2018). Yeni anayasa söylemi ise, bu rejimin hukuki çerçevesini sağlamlaştırmak ve iktidarın ideolojik yönünü kurumsallaştırmak amacıyla gündeme getirilmektedir.
Anayasa tartışmalarında en çarpıcı husus, Erdoğan’ın uzun vadeli otoriter projeksiyonunun toplumsal onayını sağlamak için hem milliyetçi hem de Güneydoğu’daki seçmen gruplarına eş zamanlı biçimde göz kırpmasıdır. Bu bağlamda Devlet Bahçeli’nin MHP’si, sistemin millî ve yerli söylemle meşrulaştırılmasına katkı sunarken; Öcalan ve DEM çizgisi ise, yeni anayasa üzerinden özerklik tartışmalarını masada tutarak rejime örtülü destek sunmaktadır (Bayramoğlu, 2017). Böylece iktidar, görünürde taban tabana zıt olan iki siyasi çizgiyi aynı potada eriterek anayasa sürecini stratejik bir toplumsal mühendislik sahasına çevirmiştir. AKP’nin anayasa tekliflerinde vatandaşlık tanımından yerel yönetimlerin yetkilerine kadar birçok meselede yaptığı belirsiz bırakmalar, her iki ittifaka da manevra alanı tanımaya yöneliktir.

Muhalefet ise bu süreçte ya edilgen kalmış ya da bilerek sürecin dışında tutulmuştur. CHP’nin anayasa tartışmalarındaki net duruş sergileyememesi, DEVA ve Gelecek Partisi gibi yeni oluşumların ise sistem içi muhalefet pozisyonuna sıkışması, iktidarın anayasal dönüşümdeki manevra alanını genişletmiştir. Özellikle 2015 sonrası dönemde yaşanan kitlesel travmalar (Sur, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL dönemi), anayasal reformların otoriterleşme yönünde yapılmasını kolaylaştırmıştır. Erdoğan rejimi, anayasa üzerinden sadece sistem değişikliğini değil, aynı zamanda kendi iktidar bloğunun ideolojik yeniden üretimini de hedeflemiştir. Yeni anayasa söylemiyle “yerli ve millî” bir gelecek vaadi sunulurken, mevcut hak ve özgürlükler sistemli şekilde aşındırılmıştır (Akyol, 2018).

Anayasalar, normalde toplumsal uzlaşma belgeleridir; ancak Türkiye’de bu yeni anayasa tartışması, iktidarın pragmatik çıkarlarına göre kurgulanmış, ittifak politikalarıyla şekillendirilmiş ve anayasal zeminden çok siyasî pazarlıkların konusu hâline getirilmiştir. Bahçeli’nin anayasa çıkışları, Erdoğan’ın başkanlık sistemini daha da tahkim etme arzusuyla örtüşürken; Öcalan’ın mektupları üzerinden yapılan yönlendirmeler, iktidarın Güneydoğu’daki oyları kazanma yönündeki stratejik hesaplarını yansıtmaktadır. Böylece anayasa, hukukun temel metni olmaktan çıkmış; iktidarın bekasını sağlamak üzere yeniden tanımlanan bir “rejim metni” hâline gelmiştir. Bu durum, Türkiye’de anayasa hukukunu, iktidar ilişkilerinin mutlak tahakküm alanı hâline dönüştürerek, anayasanın meşruiyetini halk nezdinde derinden sarsmıştır.

BÖLÜM IV

Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan: Farklı Renklerde Aynı Harita

AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, MHP lideri Devlet Bahçeli ve terör örhütü KCK – PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk siyasal tarihinin birbirinden oldukça farklı ideolojik kutuplarında konumlanmış üç figür gibi görünse de, son on yılda yaşanan gelişmeler bu liderlerin zaman zaman örtük, zaman zaman açık biçimde stratejik ittifaklar kurabildiğini göstermiştir. Her üç liderin de temel hedefi, kendi hareketlerinin uzun vadeli gücünü tahkim etmek ve Türkiye’nin rejim yapısını bu hedeflere göre yeniden dizayn etmektir. Bu amaç uğruna geçmişte “düşman” ilan edilen figürlerle bile yan yana gelmekten çekinmeyen bir siyaset tarzı ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin kurumsal demokrasisinin değil, lider merkezli güç siyasetinin hâkimiyetini sergilemektedir (Tugal, 2016).

Erdoğan için Bahçeli, 15 Temmuz sonrasında sistemin “millî güvenlik” eksenine kaydırılmasında vazgeçilmez bir ideolojik aparat işlevi görmüştür. MHP’nin devletçi-milliyetçi refleksleri, AKP’nin iktidarını sertleştirmesi için gerekli zeminleri hazırlamış, yargı ve bürokrasideki kadrolaşmalara meşruiyet kazandırmıştır. Öte yandan, terör örgütü KCK- PKK lideri Öcalan’ın zaman zaman devreye sokulması – özellikle 2013-2015 çözüm süreci ile 2019 İstanbul seçimlerinde kamuoyuna mektubunun okutulması gibi örnekler – Erdoğan’ın Güneydoğu’daki seçmen davranışlarını yönlendirme arzusunu göstermiştir (Yeğen, 2020). Bahçeli ile yürütülen ortaklık, iç güvenlikçi-devletçi hattı temsil ederken; Öcalan figürü, seçmen stratejisinin ince ayarına hizmet etmiştir.

Bu yapı, görünürde tezat bir ittifaklar zinciri gibi dursa da, aslında “güç konsolidasyonu” merkezli ortak bir zeminde buluşmaktadır. Erdoğan’ın sistem inşasında ihtiyaç duyduğu toplumsal rızayı hem milliyetçi hem de bölgesel tabanlardan devşirmesi, Bahçeli ve Öcalan’ın da kendi siyasi pozisyonlarını koruma arzusuyla birleşmiştir. Bahçeli, MHP’nin oy tabanı daralırken rejimin asli taşıyıcılarından biri hâline gelmiş, Öcalan ise hem cezaevi koşullarını hem de ideolojik etkisini sürdürme adına bu süreçte taktiksel manevralarla konumunu güçlendirmiştir (Gürsoy, 2021). Böylelikle her üç aktör de farklı ideolojik kimliklerle aynı otoriter harita üzerinde kendi alanlarını kurumsallaştırmıştır.

Bu siyasi denklemin en çarpıcı yönü ise halkın iradesinden ziyade, liderler arasında kurulan pragmatik mutabakatlarla şekillenmesidir. Toplumun talepleri ya da anayasal değerler bu süreçte ikincil planda kalırken; güç paylaşımı, seçim mühendisliği ve stratejik sessizlikler ön plana çıkmıştır. Bu durum Türkiye’de siyasetin artık kamusal çıkarlar değil, kişisel iktidar hedefleri üzerinden yürütüldüğünün en açık kanıtıdır. Erdoğan’ın Bahçeli ile kurduğu ideolojik ittifak, Öcalan ile yürütülen taktiksel temaslarla desteklenmiş; ortaya içten içe çatışan ama yüzeyde birbirini tamamlayan bir rejim yapısı çıkmıştır. Bu rejim, “çok renkli bir otoriterlik” olarak tanımlanabilecek bir siyasi gerçeklik üretmiştir.

BÖLÜM V

Ortadoğu’nun Formatlanması: BOP ve Türkiye’nin Rolü

Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde 2000’li yılların başında şekillenen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bölgeyi küresel sermaye ve güvenlik ekseninde yeniden dizayn etme amacı taşıyordu. Bu proje, yalnızca askeri müdahaleleri değil, aynı zamanda rejim ihracı, sınır yeniden tanımlamaları ve etnik-mezhebi fay hatlarının aktifleştirilmesini kapsıyordu. Türkiye ise bu süreçte, hem coğrafi konumu hem de “ılımlı İslam modeli” üzerinden merkezî bir rol üstlenmeye davet edildi. 2004 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “BOP eşbaşkanıyım” ifadesi, Türkiye’nin bu projedeki angajmanını açık biçimde ortaya koymuştur (Duran, 2009). Ne var ki, bu rol sadece dış politika tercihi değil, iç politik dengelerin de yeniden inşa edilmesinde belirleyici olmuştur.

BOP’un sahada uygulanabilir hâle getirilmesi, Irak’ın işgalinden Suriye iç savaşına kadar birçok müdahaleyi beraberinde getirdi. Bu müdahaleler, Ortadoğu’yu bir “istikrarsızlık kuşağı”na çevirirken, Türkiye’nin bu sürece “yeni Osmanlıcı” bir ideolojik zeminle dâhil olması, rejim değişikliklerine destek vermesi ve muhalif gruplarla angajman kurması bölgedeki denklemleri doğrudan etkiledi. Türkiye’nin Suriye’deki gruplara verdiği destek, “Kürt koridoru ( israil)” endişesiyle şekillenen askeri operasyonlar ve mülteci krizine yaklaşımı; sadece dış politika hamlesi değil, iç politikada da milliyetçi-muhafazakâr tabanı tahkim etmeye dönük araçsallaştırmalara dönüştü (Gürcan, 2019). Böylece BOP’un “demokratikleştirici” iddiası, Türkiye’de ve bölgede otoriter konsolidasyonun hızlandırılmasına hizmet etti.

AKP iktidarının, BOP çerçevesinde şekillenen dış politikayı “medeniyet inşası” retoriğiyle sunması; hem İslamcı hem de milliyetçi seçmenlerde yeni bir jeopolitik öz güven yaratmayı amaçladı. Ancak bu ideolojik dış politika, Türkiye’nin bölgedeki diplomatik yalnızlığını derinleştirdiği gibi, içeride de savaş politikalarıyla rejim sıkılaşmasına yol açtı. 2015 sonrası güvenlik paradigmasının merkeze alınması, çözüm sürecinin rafa kaldırılması ve iç tehdit algısının sistematik biçimde büyütülmesi, BOP’un Türkiye iç siyasetinde bir “otoriterleşme mekanizması” olarak işlev gördüğünü ortaya koydu (İnsel, 2018). Böylece Türkiye, bölgeyi dönüştürmek yerine, bölgedeki kaosun kendi rejim dönüşümünü hızlandırmasına izin verdi.

Bu tabloda Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan üçgeninin zaman zaman aynı düzlemde kesişmesi tesadüf değil; küresel projelerin içerideki siyasi aktörlerce nasıl araçsallaştırıldığını gösteren sistematik bir örnektir. Erdoğan, BOP’un sunabileceği dışsal meşruiyetle kendi iç düzenini tahkim ederken; Bahçeli, bu süreci millî beka söylemiyle desteklemiş; Öcalan çizgisi ise, federalizme açılan kapıları değerlendirmek adına süreç içinde pozisyon almıştır. BOP’un Ortadoğu’daki sonuçları, Türkiye’de yalnızca dış politikanın değil, anayasal düzenin, siyasal aktörlerin ve toplumsal yapının da dönüşümüne hizmet etmiştir. Sonuç olarak Türkiye, BOP’un taşıyıcısı olarak değil, kendi rejim krizinin taşıyıcısı olarak yeniden şekillenmiştir.

BÖLÜM VI

Silah Bırakma Tiyatrosu: İmralı Süreci ve Gerçek Hesaplar

İmralı süreci, Türkiye’nin modern tarihinde çözüm arayışlarının en tartışmalı ve dramatik safhası olarak öne çıkmaktadır. Abdullah Öcalan’ın cezaevinde yürütülen müzakereler, silah bırakma çağrıları ve “çözüm süreci” adı altında yürütülen diyaloglar, toplumda umut kadar kuşku da yaratmıştır. Ancak bu süreç, sadece barışa yönelik samimi bir adım olarak değil, aynı zamanda devletin güvenlik stratejisinin ve Erdoğan iktidarının siyasi manevra alanının genişletilmesi için kurulan bir tiyatro olarak okunmalıdır (Güneş, 2015). İmralı ile kurulan temas, yerel ve uluslararası kamuoyuna “barış” mesajı verirken, sahadaki askeri ve politik hareketlilikler çoğu zaman bu mesajla çelişmiştir.

Süreç boyunca Öcalan’ın silah bırakma çağrıları, özellikle Güneydoğu’daki askeri operasyonların durması için bir gerekçe olarak sunulsa da, uygulamada devletin güvenlik güçleri yoğun operasyonlarını sürdürmüştür. Bu durum, barışın değil, çatışmanın kontrollü biçimde sürdürülmesine hizmet eden bir strateji olarak değerlendirilmelidir (Hakyemez, 2018). Silah bırakma, süreç içinde bir koz olarak kullanılmış, sürecin her aşaması devlet ve iktidar lehine biçimlendirilmiş; Türkiye de bazı muhalif hareketleri ise zamanla zayıflatılmıştır. Böylece, çözüm süreci adı altında yürütülen görüşmeler, esasen devletin AKP-MHP yanlısına endeksli olarak yeniden yapılandırma politikalarının meşruiyet aracına dönüşmüştür.

Erdoğan rejimi, İmralı sürecini hem iç hem de dış politikada stratejik bir kart olarak kullanmıştır. İçeride milliyetçi ve muhafazakâr tabanın güvenliğini sağlamak adına millî birlik söylemini ön plana çıkarırken, dış politikada ise barış yanlısı pozisyonla uluslararası meşruiyet kazanmayı hedeflemiştir. Ancak, sürecin arkasındaki gerçek niyet, iktidarın otoriterleşmesini hızlandırmak ve Öcalan’ın sözde hareketinin “demokratik taleplerini” dizayn etmek olmuştur (Çakır, 2019). Bu manevra, Türkiye’de siyasal şiddetin meşruiyetinin yeniden tanımlanmasına ve demokratik kazanımların gerilemesine yol açmıştır.

Sonuç olarak İmralı süreci, silah bırakma çağrılarının ötesinde, Türkiye’nin derin siyasal krizinin bir parçası olarak işlev görmüştür. İktidarın farklı siyasi aktörlerle kurduğu ittifaklar, bu sürecin sahte “barış” maskesi altında yürütülmesini sağlamış; gerçek hesaplar, Türkiye’nin demokratikleşme yolundaki engellerini katmerlemiştir. Bu tiyatro, sadece silahların sustuğu bir an değil, aynı zamanda güç dengelerinin yeniden yazıldığı, yeni rejim formatlarının şekillendiği bir politik sahne olmuştur.

BÖLÜM VII

Yerel Yönetimler ve Federatif Tuzağı: Anayasa Maddelerinde Oynama ve Bölgesel Konfederasyon Stratejisi

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. ve 10. maddeleri gibi temel maddelerinde yapılacak değişiklikler, özellikle “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ve “özerklik” temaları üzerinden şekillendirilen yeni anayasa tartışmalarının kritik noktalarını oluşturmaktadır. Bu maddelerde oynanarak oluşturulacak düzenlemeler, sadece demokratikleşme vaadiyle değil; bölgesel ve etnik kimliklerin siyasal sistem içinde yeniden konumlandırılması adına önemli bir tuzak işlevi görecektir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, aslında merkezi devletin parçalanması ve fiili olarak federatif yapıya geçişin önünü açmak için tasarlanan stratejik bir adımdır (Yıldırım, 2022).

Bu anayasal değişikliklerle, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına yönelik sessiz ve kademeli bir dönüşüm süreci başlatılmaktadır. Özerkliğin salt yerel yönetimler düzeyinde güçlendirilmesi, uzun vadede federal sistemin altyapısını hazırlayacak; böylece Türkiye, fiilen devletin bölünmesi riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu yapı, Güneydoğu Anadolu’daki yerel yönetimlerin ve siyasal aktörlerin güçlendirilmesini içerirken, aynı zamanda Suriye, Irak ve İran’daki bölgesel yapılarla entegrasyonu hedefleyen ve Öcalanın deyişiyle bir “demokratik konfederasyon” planının da parçası olacaktır (Kaya, 2023). Bölgesel aktörlerin bu yeni siyasi format içinde bağlanması, hem Türkiye’nin iç siyasal dinamiklerini hem de Ortadoğu’daki güç dengelerini köklü biçimde değiştirecektir.

Anayasa maddelerindeki değişikliklerle öngörülen bu yeni rejim modeli, bir yandan Türkiye’nin ulusal birliğine zarar verirken, diğer yandan bölgesel güçlerin Türkiye içinde daha etkin rol almasını sağlayarak dış müdahalelere kapı aralayacaktır. Fiili federasyon ve ardından konfederasyon yapısına geçiş, devletin egemenlik alanının zayıflaması anlamına gelmekte; “fişli vatandaşlık” kavramı ve kimlik politikalarıyla Türkiye vatandaşlarının resmi olarak ayrıştırılması gibi yeni riskler doğurmaktadır (Demir, 2024). Böylece, anayasal değişiklikler salt hukuki bir reform değil, Türkiye’nin devlet yapısını ve toplumsal dokusunu temelinden sarsan bir siyasi tuzak olarak okunmalıdır.

Sonuç olarak, Erdoğan-Bahçeli-Öcalan ittifakının desteklediği bu anayasal süreç, sadece mevcut rejimin otoriterleşmesini değil, Türkiye’nin üniter devlet yapısının çöküşünü de hızlandırmaktadır. Bölgesel ve etnik siyasetlerin anayasal zeminde meşrulaştırılmasıyla birlikte, Türkiye’nin gelecekteki siyasi yapısında federatif ya da konfederatif unsurların ağır basması ihtimali büyümektedir. Bu durum, hem Türkiye’nin iç bütünlüğü hem de Ortadoğu’nun jeopolitik istikrarı açısından büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

SONUÇ

Kader Birliği ve İttifakların Ötesinde: Türkiye’nin Rejim Krizi

Türkiye’de Süper büyükelçi Barrack (ABD ) denetiminde Erdoğan (AKP), Bahçeli (MHP) ve Öcalan (DEM) arasında kurulan bu BOP ittifakı, sadece yüzeydeki siyasi farklılıkları gizleyen bir güç paylaşımından ibaret değildir. Bu birliktelik, yeni anayasa tartışmaları, silah bırakma tiyatrosu ve Ortadoğu’nun yeniden formatlanması süreçlerinde ortak bir kaderin, otoriter rejim inşasının mütemmim cüzü olarak işlev görmüştür. İktidar bloku, hem milliyetçi-muhafazakâr hem de bölgesel aktörlerin ittifakını alarak mevcut siyasi yapıyı yeniden şekillendirmiştir. Ancak bu rejim inşası, demokratik kazanımların aşınması ve hukuk devletinin erozyonu pahasına gerçekleşmektedir (Tugal, 2016; Gürsoy, 2021).

Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’nin dış politikada üstlendiği rol, ülke içindeki rejim dönüşümüyle doğrudan ilişkilidir. BOP’un bölgesel kaosu, Türkiye’de otoriterleşme ve toplumsal kutuplaşmanın hızlanmasına zemin hazırlamıştır. “Silah bırakma” süreci ise, devletin güvenlik stratejilerinin ve Erdoğan’ın siyasi manevralarının araçsallaştırdığı bir tiyatroya dönüşmüş; “tiyatro olan barış” hedefinden çok Erdoğan rejiminin tahkimi amaçlanmıştır. Böylece içeride ve dışarıda birbirini besleyen bir “güç konsolidasyonu” modeli ortaya çıkmıştır (Duran, 2009; Güneş, 2015).

Bu rejim modeli, toplumun farklı kesimlerine ve siyasi aktörlerine biçilen rollerle, anayasal düzenin ve siyasal meşruiyetin altını oymaktadır. Bahçeli’nin “milliyetçi-devletçi” hattı ile Öcalan’ın pragmatik çıkışları, Erdoğan’ın otoriter iktidarını tahkim eden bir stratejik üçgen oluşturmuştur. Ancak bu ittifak, toplumsal meşruiyet ve demokratik katılım zeminini zayıflatmakta, hukukun üstünlüğünü ve çoğulculuğu tehdit etmektedir. Türkiye’nin siyasal geleceği, bu krizden çıkış için TC’nin üniter yapısını güçlendirecek derin yapısal demokratik reformlar ve toplumsal milli birlik arayışlarına muhtaçtır (İnsel, 2018; Çakır, 2019).

Sonuç olarak, ABD kontrollü Erdoğan-Bahçeli-Öcalan ittifakı ve onun anayasa, silah bırakma ve dış politika araçları üzerinden ördüğü rejim formatı, Türkiye’nin milli demokratikleşme sürecini geriye çekmiştir. Bu tablo, sadece siyasal aktörler arasındaki bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin toplumsal ve siyasal kimliğinin yeniden tanımlandığı bir kırılma noktasıdır. Akademik araştırmalar ve politik analizler, bu dönüşümün sonuçlarını nesnel ve eleştirel biçimde ortaya koymaya devam etmelidir.

KAYNAKÇA


• Akyol, M. (2018). Anayasa Değişiklikleri ve Türkiye’de Otoriter Yönelim. Freedom House Türkiye Raporu.
• Bayramoğlu, A. (2017). Başkanlık Sistemi ve Yeni Rejim Tartışmaları. T24 Düşünce Dizisi.
• Çakır, R. (2019). Otoriterleşme ve Barış Süreci: Türkiye’de Siyasal Rejim Dönüşümü. Ankara: İmge Kitabevi.
• Çandar, C. (2012). Dağdan İnmek: PKK, Kürt Hareketi ve Demokratikleşme. İstanbul: İletişim Yayınları.
• Demir, S. (2024). Fişli Vatandaşlık ve Kimlik Politikaları: Türkiye’de Yeni Anayasal Dönem. İstanbul: Beta Yayınları.
• Duran, B. (2009). AKP’nin Dış Politikası: Değer Temelli Aktivizm ve BOP. Ortadoğu Etütleri, 1(1), 23–45.
• Erdoğan, R. T. (2004). BOP Eş Başkanlığı Açıklaması. [Basın açıklaması].
• Fuller, G. E. (2008). The Future of Political Islam. Palgrave Macmillan.
• Güneş, M. (2015). Türkiye’de Barış Süreci: İmralı Müzakereleri ve Siyasal Dinamikler. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 12(46), 45–68.
• Gürcan, M. (2019). What Went Wrong in Syria? The Impact of Turkish Foreign Policy. Palgrave Macmillan.
• Gürer, T. (2015). Çözüm Süreci: İktidar ve Muhalefet Arasında Yeni Anlatı. Alternatif Politika, 7(2), 101–118.
• Gürsoy, Y. (2021). Authoritarian Consolidation in Turkey: Opposition Strategies and Regime Resilience. Middle East Critique, 30(3), 221–239.
• Gürsel, K. (2016). MİT-Hakan Fidan ve Çözüm Süreci Üzerinden Kurulan Siyasi Savaş. Al Monitor.
• Hakyemez, S. (2018). Çözüm Sürecinde Silah Bırakma ve Devletin Stratejileri. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, 21(3), 89–106.
• İnsel, A. (2018). Türkiye’de Rejim İnşası: AKP Dönemi ve Otoriter Yöneliş. İstanbul: İletişim Yayınları.
• Kardaş, Ş. (2011). Turkey’s Middle East Policy Revisited: The Rise of Turkey in the Region. The Journal of Turkish Weekly.
• Kaya, A. (2023). Ortadoğu’da Bölgesel Yapılar ve Türkiye’nin Konfederasyon Stratejisi. Ortadoğu Araştırmaları, 14(1), 55–77.
• Keyman, E. F., & Gümüşçü, Ş. (2018). Demokratikleşme Sürecinde Türkiye: Kurumlar, Aktörler, Dinamikler. İstanbul: İletişim Yayınları.
• Tuğal, C. (2016). The Fall of the Turkish Model: How the Arab Uprisings Brought Down Islamic Liberalism. Verso Books.
• Watts, N. F. (2010). Activists in Office: Kurdish Politics and Protest in Turkey. University of Washington Press.
• Yıldırım, H. (2022). Türkiye’de Yeni Anayasa ve Yerel Yönetimler: Federasyon Tehlikesi. Anayasa Hukuku Dergisi, 18(2), 101–123.
• Yeğen, M. (2020). Devlet, Kürtler ve Erdoğan: Güvenlikçi Siyasal Akıl ve Yeni Denge. Toplum ve Bilim, (152), 35–60.
• Yılmaz, Z. (2018). Türkiye’de Milliyetçilik ve Popülizm: AKP-MHP İttifakı Üzerinden Bir Okuma. Toplum ve Bilim, (143), 53–72.
• Demir, S. (2024). Fişli Vatandaşlık ve Kimlik Politikaları: Türkiye’de Yeni Anayasal Dönem. İstanbul: Beta Yayınları.
• Chomsky, N. (2007). Failed States: The Abuse of Power and the Assault on Democracy. Metropolitan Books.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir