Milli Şuurun Yeniden İnşası ve Atatürk Referansı Ekseninde Türkiye’nin Birlik ve Direniş Stratejisi

28 Temmuz 2025

Türk milleti, tarih boyunca sayısız saldırı, ihanet ve kuşatmayı göğüslemiş, her defasında yeniden doğmuş ve bağımsızlığını korumuştur. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz tehlike, geçmişten çok daha sinsi, çok daha kapsamlıdır. Ülkemizin birliğini, devletimizin varlığını ve milletimizin onurunu hedef alan iç ve dış unsurlar, “komisyonlar” adı altında çözülme sürecini adım adım işletmektedir.

Bu kritik dönemde, artık uyanma vakti gelmiştir. Artık sadece bireysel farkındalık değil; milli bilinçle, Atatürk’ün izinde, birlikte hareket etme kararlılığı ile millet olarak ayağa kalkmalıyız. Sessiz kalmak, birlikte hareket etmemek, bu toprakları ve devletimizi kaybetmek demektir.

Siyasi partiler, kamu görevlileri, sivil toplum ve her vatandaş; Atatürk referansında birleşerek, milli şuurla donanmalı ve devleti yok etmeye yönelik sinsi planlara karşı kararlı bir direniş sergilemelidir.

Bu direniş, sadece bir savunma değil; geleceğimizi kurma mücadelesidir.

Birlikte hareket etmekten başka kurtuluş yolu yoktur.

Direniş şereftir; birlikte direnmek ise en büyük şereftir.

1. MİLLİ ŞUUR VE KİMLİK: TARİHİ BİR ZORUNLULUK

Her devletin arkasında onu ayakta tutan bir milli şuur ve toplumu bir arada tutan bir ortak kimlik vardır. Türk milleti, tarih boyunca devlet kurma geleneğiyle, sadece siyasi bir organizasyon değil; kökleri derinlere uzanan bir medeniyet bilinci oluşturmuştur. Bu bilinç, Göktürklerden, Hun Türklerine, Karahanlılardan, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar uzanan süreçte milletin varlığını ve sürekliliğini sağlamıştır. Ancak bugün, hem içeriden hem dışarıdan yöneltilen sistematik saldırılarla, bu milli şuura darbe vurulmak istenmektedir. Dolayısıyla milli kimlik ve şuuru yeniden tanımlamak ve canlandırmak, tarihi bir görevdir.

1.1. Türk Kimliği: Etnik Değil, Siyasi ve Kültürel Bir Üst Kimliktir

Türk kimliği, dar anlamda bir etnik kimlik değil; bin yıllık bir tarihsel birlikteliğin, mücadele ortaklığının ve kader birliğinin ifadesidir. Atatürk’ün ifadesiyle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Bu tanım, farklı kökenden gelen insanları tek bir çatı altında, ortak bir aidiyet ve gelecek ülküsünde birleştiren kapsayıcı bir tanımdır. Bugün ise bu tanım, özellikle küreselci yapılar ve bölücü unsurlar tarafından hedef alınmakta, kimlik parçalanması teşvik edilerek millet olma bilinci aşındırılmaktadır.

1.2. Milli Şuur: Egemenliğin Teminatıdır

Milli şuur, bir toplumu toplum yapan ortak değerlerin, tarih bilincinin ve devlet anlayışının farkındalığıdır. Bu şuur; bireyin kendi milletine, devletine ve tarihine karşı taşıdığı sorumluluk duygusudur. Egemenliğin kaynağı yalnızca seçimler değil, o egemenliği koruma iradesidir. Eğer millet, kendi kimliğine yabancılaştırılırsa, egemenliğini de teslim eder. İşte bu noktada milli şuur, yalnızca bir bilinç değil; aynı zamanda bir savunma hattıdır. Bu hat çökerse, millet teslim alınır.

1.3. Şuur Erozyonu: Kimliksizleştirme Politikaları

Bugün özellikle medya, eğitim sistemi ve kültürel içerikler aracılığıyla, Türk milletine sistemli bir şuur erozyonu uygulanmaktadır. Genç nesiller, tarihini bilmeden büyümekte; milli kahramanlar yerine yabancı figürler özendirilmektedir. Kültürel kodlarımız çözülmekte, geleneksel bağlarımız zayıflatılmaktadır. Bu durum bir tesadüf değil; bir projedir. Bu projenin hedefi, dirençsiz, köksüz, yönlendirilebilir bir toplum inşa etmektir. Buna karşı en büyük panzehir, milli şuuru yeniden diriltmektir.

1.4. Türk Olmak: Sadece Soyla Değil, Şuurla İlgilidir

“Türk” olmak, yalnızca bir soydan gelmek değil; bir ülküye, bir tarihe, bir inanca sahip çıkmak demektir. Bu kimlik; bir şuurdur, bir duruştur, bir sorumluluktur. Dolayısıyla, “Ben Türküm” demekle yetinmek değil; Türk gibi düşünmek, yaşamak ve mücadele etmek gerekir. Bu, bireysel değil kolektif bir bilinç meselesidir. İşte bu yüzden, Türk kimliği; dışlayıcı değil, birleştirici ve kurucu bir kimliktir. Bu kimliği zayıflatmak, devleti zayıflatmaktır.

1.5. Atatürk ve Türk Kimliğinin Modern Yorumu

Atatürk, sadece bir lider değil; aynı zamanda modern Türk kimliğinin mimarıdır. O, Osmanlı’nın çöküş sürecinde, halkı etnik ve mezhepsel temellerle ayrıştırmaya çalışanlara karşı; Türk milletini yeniden birleştirmiştir. Onun “Türk milleti” tanımı, Anadolu’daki tüm unsurları bir araya getirerek bir siyasi millet yaratmıştır. Bu yönüyle Atatürkçü düşünce, bugün yaşanan kimlik krizine karşı en güçlü tarihsel zemin ve çözüm kaynağıdır.

Konuya böyle yaklaşıldığında, milli şuurun yeniden inşası, yalnızca ideolojik bir tercih değil; Türk milletinin bekasının olmazsa olmaz şartıdır. Kimliksizleştirme politikalarına, kültürel çözülmeye ve milli değerlerin tasfiyesine karşı en büyük direniş; şuurlu, kararlı ve tarihine bağlı bireylerden oluşan bir millet olmaktır. Türk kimliği, geleceğin de kilididir; bu kilidi kaybetmek, tüm kapıları düşmana açmak demektir.

2. DEVLETİN YAPISAL DÖNÜŞÜMÜ: KOMİSYONLAR VE YENİ YÖNETİM MODELİ

Türk devleti, tarih boyunca güçlü merkezi otorite, kurumsal devamlılık ve kamusal sorumluluk anlayışıyla varlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, halk egemenliğine dayalı çağdaş bir devlet yapısı tesis edilmiş; yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında net yetki ve denetim dengeleri kurulmuştur. Ancak son yıllarda bu dengeler sistematik olarak bozulmuş, anayasal kurumlar devre dışı bırakılarak, “komisyonlar” adı altında yeni ve paralel bir yönetim modeli inşa edilmiştir.

2.1. Komisyonlaşma: Görünmez İktidarın Kurumsallaşması

Geleneksel olarak komisyonlar, sınırlı ve geçici görevler için kurulmuş danışma veya hazırlık mekanizmaları iken; bugün bu yapılar anayasal ve seçilmiş organların yerini almaya başlamıştır. Yargıdan eğitime, güvenlikten ekonomi politikalarına kadar kritik alanlarda kararlar, halk tarafından seçilmiş temsilciler yerine, atanan ve şeffaflıktan uzak kişilerden oluşan komisyonlar aracılığıyla alınmaktadır. Bu durum, egemenliğin halktan alınarak farklı merkezlere kaydırılması anlamına gelir.

2.2. TBMM’nin Yetkisizleştirilmesi: Meclis Değil, Komisyonlar Yönetiyor

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa’da millet iradesinin tecelligâhı olarak belirlenmişken; günümüzde Meclis’in yetkileri ciddi biçimde sınırlandırılmıştır. Komisyonlar ve başkanlık sistemi ile birlikte milletvekillerinin denetim ve yasa yapma gücü sembolik düzeye indirgenmiştir. Devlet yönetimi, Meclis’te değil; başkanlık ofislerinde, politika kurullarında ve kapalı komisyonlarda şekillenmekte, halkın iradesi karar süreçlerinden sistematik olarak uzaklaştırılmaktadır.

2.3. Komisyonlar Milletin Değildir: Meşruiyet ve Hesap Verebilirlik Sorunu

Komisyonlar, “kamu yararına” sunulsa da ne halk tarafından seçilmekte ne denetlenmekte ne de halka hesap vermektedir. Siyasi sadakat ve ideolojik uyum esasına göre oluşturulan bu yapılar, kapalı kapılar ardında alınan kararlarla milletin iradesinin önünde engel teşkil etmektedir. Özetle;

• Komisyonlar milletin kendisi değildir,

• Milletin iradesini temsil etmez,

• Çoğunlukla millete rağmen hareket eden güçlerin kurumsal zeminidir.

Komisyon kurmak, görünürde teknik bir organizasyon olsa da özünde halkı devre dışı bırakmak, seçilmiş kurumları işlevsizleştirmek ve milli egemenliği paralel yapılara devretmek demektir. Bu nedenle, komisyonlar yoluyla yürütülen yapılandırma değil, devletin sistematik çözülmesidir.

2.4. Komisyonlar Üzerinden Yönetişim: Postmodern Bir Tasfiye Aracı

Yeni yönetim modelinde komisyonlar sadece idari karar mekanizmaları olmaktan çıkıp toplumsal dönüşümün motor gücü haline gelmiştir. Eğitim müfredatı, sağlık politikaları, medya denetimi gibi önemli alanlarda halkın değerleriyle çelişen kararlar, bu kapalı devre yapılarca dayatılmaktadır. Bu durum, demokratik yönetişim değil, yumuşak vesayet rejimidir. Modern görünümlü ancak anti-demokratik içerikli bu model, milletin denetim alanını yok ederek kurumsal işgal yaratmaktadır.

2.5. Bürokrasi ve Güvenlik Kurumlarının Komisyonlaştırılması

En tehlikeli dönüşüm ise güvenlik ve bürokrasi alanında gerçekleşmektedir. Geleneksel liyakat esaslı kadrolar yerini, sadakat temelli ve komisyonlar tarafından seçilen iktidar yanlısı görevlilere bırakmıştır. Bu durum, hizmet verimini düşürmekle kalmayıp devletin kurumsal hafızasını yok etmekte, milli refleksleri felç etmektedir.

Bu yüzden, komisyonlar, demokrasiyi güçlendirmek yerine halkın karar alma süreçlerinden soyutlanmasını sağlamak için kullanılmaktadır. Komisyon kurmak çoğunlukla millete rağmen yönetmek anlamına gelir. Bu yapıların meşruiyeti yoktur çünkü;

• Halktan doğmazlar,

• Halkı temsil etmezler,

• Hesap vermezler.

Bu nedenle, Türk milletinin asli görevi; komisyon devlet anlayışına karşı çıkmak, milli iradenin doğrudan temsil edildiği kurumları savunmak ve devletin milletin elinden alınmasına karşı topyekûn bilinçle mücadele etmektir. Milletimizin feraseti, bu yapıları sorgulamak ve demokratik denetime tabi tutmakla yükümlüdür. Komisyonlar, millete rağmen hareket eden yapılar olarak görüldüğü sürece, milli direniş ruhu yaşatılmalı ve güçlendirilmelidir.

3. İÇ VE DIŞ TEHDİTLER: HİBRİT SALDIRILAR VE İŞBİRLİKÇİLİK

Devletlerin karşı karşıya kaldığı tehditler artık yalnızca konvansiyonel savaş araçlarıyla değil; çok boyutlu, çok aktörlü ve çok katmanlı saldırı stratejileriyle şekillenmektedir. Bu yeni dönemin adı “hibrit savaştır”. Hibrit savaş biçimi, askeri saldırılardan çok; kültürel, ekonomik, teknolojik ve psikolojik yollarla yürütülmekte; hedef devletin iç dinamikleri, kurumları ve toplumsal dokusu hedef alınmaktadır. Türkiye, özellikle son yirmi yılda bu hibrit saldırılara yoğun biçimde maruz kalmış, içerideki bazı yapılar da bu saldırılarda gönüllü veya bilinçli işbirlikçi rolü üstlenmiştir.

3.1. Dış Tehditler: Emperyal Stratejilerin Türkiye Tasarımı

Batı merkezli küresel sistem, Türkiye’yi yalnızca jeopolitik bir aktör olarak değil; aynı zamanda potansiyel bir tehdit ve alternatif güç merkezi olarak görmektedir. Bu nedenle Türkiye, çeşitli araçlarla baskılanmakta ve kontrol altına alınmak istenmektedir. Bu araçların başlıcaları şunlardır:

• Ekonomik manipülasyonlar: Döviz kurları üzerinden yapılan spekülatif saldırılar, borçlandırma politikaları, yatırım ambargoları.

• Kültürel kuşatma: Yerli olmayan medya içerikleriyle milli kimlik ve tarih şuurunun aşındırılması.

• Siyasal dizayn girişimleri: Seçimler, anayasa tartışmaları ve toplumsal olaylar üzerinden içeride kutuplaşma yaratma çabaları.

Ancak bu tehditler yalnızca dışarıdan gelen etkilerle sınırlı değildir. Asıl tehlike, bu süreçte içerideki işbirlikçi unsurların üstlendiği rollerdir.

3.2. İç Tehditler: Kimliksizleştirme ve Devletin Ele Geçirilmesi

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük iç tehdit, milli kimlikten uzaklaşmış, köksüzleşmiş ve devlet fikrine yabancılaşmış yapıların devlet mekanizmasına sızmasıdır. Bu aktörler zamanla medya, akademi, bürokrasi ve siyaset alanlarında yer bulmuş ve devleti içerden çözmeye yönelik politikaları uygulamaya koymuşlardır. Özellikle şu eğilimler dikkat çekicidir:

• Atatürk karşıtlığı üzerinden milli kimliğin zedelenmesi,

• Anayasa ve vatandaşlık tanımının tartışmaya açılması,

• Bürokrasinin liyakatten uzaklaştırılarak sadakat eksenli hale getirilmesi.

. Etnikçi ve ümmetçi etki ajanlarının zemin bulması ve yerel özerklik adı altında federasyonu tartışmaya açılması. 

Bu süreçte “milli” gibi görünen ancak özünde küresel projelere hizmet eden yapılara dikkat etmek gerekir. Düşman artık sadece cephe gerisinde değil; karar alma merkezlerinde, basın organlarında, STK görünümlü yapılarda ve akademik çevrelerde örgütlenmiştir.

3.3. Partilerüstü Bir Milli Beka Meselesi

Türkiye’nin yaşadığı bu çözülme süreci, siyasi parti kimliklerini aşan bir milli beka meselesidir. Fakat ne yazık ki, iç cephedeki dağınıklık ve partisel çıkar hesapları, ortak bir milli duruşun oluşmasını engellemektedir.

Bugün Türk milletinin önünde iki seçenek bulunmaktadır:

• Ya Atatürk’te birleşerek ortak bir milli direniş hattı kurmak,

• Ya da partisel körlükle, bireysel menfaatlerle hareket edip ülkenin felaketine seyirci kalmak.

Bu tercih sadece siyasi değil; aynı zamanda ahlaki ve tarihî bir sorumluluktur. Vatan savunması yalnızca sınırda değil; fikirde, kurumlarda, okullarda, bürokraside ve her bir vatandaşın vicdanında başlar.

3.4. İşbirlikçiliğin Güncel Yüzleri

İşbirlikçilik yalnızca geçmişteki mandacı zihniyetle sınırlı değildir. Günümüzde de çeşitli çevrelerde “demokrasi”, “özgürlük” veya “reform” adı altında emperyal politikaların içeri alınmasına aracılık eden yapılar mevcuttur. Bunlar şunlardır:

• Yabancı fonlarla çalışan “sivil toplum” kuruluşları,

• Küresel medya tekellerinin yerli uzantıları,

• Seçim dönemlerinde dış müdahaleyi meşrulaştıran siyaset aktörleri,

• Komisyonlar üzerinden devlet iradesine yön veren “danışman elitler”.

Bu yapıların ortak özelliği, millete rağmen hareket etmeleri, milletin değerlerini küçümsemeleri ve bağımsızlık fikrine karşı durmalarıdır.

Bu noktada, Türkiye’ye yönelen tehditler ne yalnızca dış kaynaklıdır, ne de açık biçimde yürütülmektedir. Bu tehditler; hibrit yollarla, içeriden görünmez yapılarla, halktan gibi görünen işbirlikçiler eliyle uygulanmaktadır. Bu nedenle Türk milleti, düşmanı yalnızca sınırda değil, zihniyetlerde ve karar mekanizmalarında da tanımak ve ona karşı birleşmek zorundadır.

Milli mücadele bugün tekrar başlamıştır, bu defa silahla değil, bilinçle, şuurla ve inançla verilmektedir.

4. MİLLİ DİRENİŞİN DAYANAKLARI VE YÖNTEMLERİ: AHLAKİ VE HUKUKİ MEŞRUİYET

Bir milletin varlığını sürdürmesi yalnızca sınırlarını korumasıyla değil, aynı zamanda kimliğini, egemenliğini ve değerlerini savunmasıyla mümkündür. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu tehditler ise doğrudan fiziki saldırılar değil; daha derin, sinsi ve yapısal bir tasfiye sürecine işaret etmektedir. Bu durumda gösterilecek direniş, sadece bir hak değil; aynı zamanda ahlaki ve hukuki bir zorunluluktur. Çünkü bu, siyasi bir tercih olmanın ötesinde, milletin kendi geleceğine sahip çıkma iradesidir.

4.1. Direnişin Ahlaki Meşruiyeti: Şeref ve Onurun Savunusu

Bir milletin en temel ahlaki görevi kendini savunmaktır. Bu savunma sadece fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel, kültürel ve siyasal düzeyde de gerçekleştirilmelidir. Türk milletinin şerefli tarihine baktığımızda, hiçbir zaman dayatmalara boyun eğmediği, her şart altında bağımsızlığını koruduğu görülür. Günümüzde;

• Devletin kurumları itibarsızlaştırılmaya,

• Milletin kimliğiyle oynanmaya,

• Egemenlik çözüm süreci  ya da Terörsüz Türkiye” (çözülme süreci) adı altında başka merkezlere devredilmeye çalışılıyorsa,

buna karşı direnmek yalnızca bir hak değil, tarihsel bir borçtur. Direnmeyen toplumlar kimliklerini kaybeder, teslim olan halklar başka devletlerin esiri olur. Bu yüzden birlikte direnmek siyasi olduğu kadar ahlaki bir eylemdir.

4.2. Direnişin Hukuki Meşruiyeti: Anayasal Dayanaklar

Direniş yalnızca duygusal değil, aynı zamanda hukuki meşruiyete de sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, devleti ve milleti koruma yükümlülüğünü sadece yönetenlere değil, tüm vatandaşlara vermektedir. Özellikle Anayasa’nın şu maddeleri önemlidir:

• Madde 1: Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

• Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

• Madde 3: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

• Madde 6: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasa’dan almayan bir yetki kullanamaz.

Egemenlik milletin elinden alınırsa, anayasal düzen askıya alınmış olur. Bu durumda milletin anayasal düzeni korumak için direnmesi bir hak olmaktan çıkar, görev hâline gelir. Dolayısıyla meşru direniş, Anayasa’nın özünde vardır.

4.3. Sivil Direnişin Araçları: Organize ve Barışçıl Seferberlik

Milli direniş, her anlamda; bilinç, strateji, fiili ve organize hareketle yürütülmelidir. Bu çerçevede sivil toplum ve halkın meşru yollarla gösterebileceği refleksler şunlardır:

• Toplumsal Bilinçlenme: Eğitim, konferanslar, yayınlar ve sosyal medya aracılığıyla halkın milli kimlik ve egemenlik konusundaki farkındalığının artırılması,

• Sivil Seferberlik: Parti dışı, kişisel menfaatlerden uzak, Türk kimliği ekseninde birleşen platformların oluşturulması,

• Hukuki Direniş: Anayasa Mahkemesi, idare mahkemeleri ve ulusal hukuk yolları üzerinden gayrimeşru uygulamalara karşı başvurular yapılması,

• Kültürel Koruma: Milli tarih, dil, edebiyat ve ahlaki değerlerin yeniden canlandırılması.

Direniş sadece sokakta değil; okulda, ailede, kamu kurumlarında ve sosyal alanda başlamalıdır. Bu kapsamlı seferberlik, bir kalkışma değil, bir kurtuluş ve uyanış hareketidir.

4.4. Devlete Karşı Değil, Devlet Adına Direnmek

Burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: Meşru direniş, devlete karşı değil, devleti ele geçiren gayrimeşru odaklara karşı devleti koruma eylemidir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı gibi meşru otorite işlevini yitirdiğinde millet kendi haklarını savunmak için harekete geçmiştir. Bugün de benzer bir ruh gereklidir.

Polis, asker, yargı, istihbarat mensubları ve bürokratlar şahıslara ya da partilere değil, millete ve Anayasa’ya bağlıdır. Emir-komuta, milletin varlığına karşı kullanılamaz. Kamu görevlilerinin asli görevi devleti yaşatmak ve milleti korumaktır.

Nihayetinde, Türk milletinin karşı karşıya olduğu tarihsel meydan okuma, onu yeniden bir direniş hattına zorlamaktadır. Bu direnişin meşruiyeti hem ahlaki hem de hukuki temellere dayanır. Önemli olan, bu bilinci diri tutmak, korkuya teslim olmamak ve birlikte hareket etmeye hazır olmaktır.

Direnmek bugün bir hak değil, zorunluluktur. Bu mecburiyet, Türk milletinin şanlı tarihine ve onurlu geleceğine duyduğu sadakatin bir sonucudur.

5. İŞBİRLİKÇİ CUMHUR İTTİFAKI  ( AKP-MHP-DEM)

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana milli egemenliğe, hukuk devletine ve halk iradesine dayalı bir yönetim anlayışını esas almıştır. Bu anlayışın temelinde, tek ve bölünmez millet fikri, laiklik ilkesi, kuvvetler ayrılığı prensibi ve ehliyet-liyakate dayalı devlet mekanizması yer alır. Ancak son yıllarda Cumhur İttifakı adıyla kurulan siyasal blok, bu temel ilkelerle zaman zaman açık bir çatışma içine girmiştir. Türk milletinin devlet anlayışı ile bu ittifakın uygulamaları arasında ciddi bir yapısal uyumsuzluk bulunmaktadır.

5.1. Devlet Aklının Yerine Parti Aklının Geçirilmesi

Cumhur İttifakı’nın en belirgin özelliklerinden biri, devlet aklını parti aklıyla ikame etmesidir. Türk devlet geleneğinde devlet, partiler üstü ve tarafsız bir yapıyı temsil eder. Oysa günümüzde; bürokrasi, güvenlik kurumları, yargı ve hatta eğitim sistemi, parti merkezli karar mekanizmalarının gölgesi altına girmiştir. Bu durum, devletin kapsayıcılığını ve tarafsızlığını ortadan kaldırmakta, milletin tüm kesimlerinin devlete güven duymasını imkânsız hâle getirmektedir.

5.2. Milliyetçiliğin Araçsallaştırılması

Cumhur İttifakı’nın milliyetçilik söylemi, çoğu zaman içeriği boşaltılmış, yüzeysel ve araçsal bir hale getirilmiştir. Türk milliyetçiliği; kültürel kökleri olan, tarihsel sorumluluk taşıyan ve milletin birliğini önceleyen bir anlayışken, günümüzde bu kavram; popülist söylemlere indirgenmiş, ideolojik bir örtü olarak kullanılmıştır. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı, etnik ve mezhebi ayrımları aşan bir milli birlik çağrısıyken; Cumhur İttifakı’nın söylemlerinde bu kapsayıcı tanımın yerine dışlayıcı, Alevi-Sünni, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavut vs gibi kutuplaştırıcı bir yaklaşım egemen olmuştur.

5.3. Liyakatın Tahribatı ve Kurumsal Çöküş

İttifakın uygulamalarının en yıkıcı sonuçlarından biri, devlet kadrolarında liyakat sisteminin yok edilmesidir. Atama ve terfilerde ehliyet değil sadakat ve cemaat, tarikat ön planda tutulmakta; bu da kamu kurumlarını işlemez hale getirmektedir. Güvenlik bürokrasisi, yargı mekanizması ve kamu yönetimi, kişi ve parti sadakati üzerinden şekillendirilmiş; böylece devletin kurumsal hafızası zarar görmüş, adalet ve güven ilkesi sarsılmıştır.

5.4. Seçilmiş İrade – Seçilmemiş Güç Dengesi Bozulması

Cumhur İttifakı döneminde, halk tarafından seçilen milletvekillerinin etkisi azaltılmış; bunun yerine danışmanlar, komisyonlar, kurul üyeleri ve atanmışlar üzerinden yürütülen bir “tek merkezli” yönetim anlayışı hâkim kılınmıştır. Bu durum, yasama organının işlevsizleşmesi, TBMM’nin sembolikleşmesi ve milli iradenin dolaylı yollarla bypass edilmesi anlamına gelmektedir. Atatürk’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi bu ortamda yalnızca bir tarihsel slogan hâline getirilmiştir.

5.5. İttifakın Meşruiyet Sorunu

Her siyasi yapı halktan oy alabilir; ancak bu, onu mutlak meşruiyetin temsilcisi yapmaz. Meşruiyet yalnızca sandığa değil; hukuka, adalete, halkın ortak çıkarına ve devletin devamlılık ilkelerine ve anayasaya dayanır. Cumhur İttifakı, sadece oy çokluğu ile değil, hukukun üstünlüğü, adaletin tesisi ve milletin ortak vicdanında yer edinme üzerinden değerlendirildiğinde, ciddi bir meşruiyet krizi yaşamaktadır. Türk devlet aklı, yalnızca seçim kazanmakla değil, milletin birliğini sağlamak ve geleceğini güvence altına almakla anlam kazanır.

Bu yüzden, Cumhur İttifakı, mevcut haliyle Türk devlet geleneğini temsil etmekten uzaktır. Kurumsal çöküş, milli kimliğin yozlaşması, liyakat sisteminin tahribatı ve milletin iradesinin daraltılması; bu ittifakın uygulamalarının doğrudan sonucudur. Bu nedenle Türk milleti; partiler üstü bir milli şuurla, Türk devlet felsefesine uygun, bağımsız, liyakatli ve adaletli bir yönetim talep etmelidir. Devlet, şahısların ve partilerin değil, milletin emanetidir. Bu emanete sahip çıkmak, her Türk vatandaşının tarihi ve ahlaki görevidir.

6. BİRLİKTE MÜCADELE VE KURTULUŞ STRATEJİSİ: TÜRK ŞUURU VE ORGANİZE DİRENİŞ

Hiçbir millet, dağınık, aidiyetini yitirmiş ve ortak şuurdan uzak halde bağımsızlığını koruyamaz. Türkiye bugün, bireyselleşmiş, ortak değerlerden kopmuş ve kolayca yönlendirilebilir bir toplumsal yapıyla karşı karşıyadır. Bu durumun üstesinden gelmenin yolu, yeniden güçlü bir Türk şuuru inşa etmek ve ortak milli reflekslerle organize olmaktır.

6.1. Türk Şuuru Nedir?

Türk şuuru, sadece etnik bir aidiyet ya da nostaljik bir duygu değil; millet olma bilinci, tarihin yüklediği sorumluluğu taşıma iradesi ve ortak idealler etrafında kenetlenme yeteneğidir. Bu şuuru oluşturan temel unsurlar şunlardır:

• Tarihsel Hafıza: Türk milletinin geçmişteki büyük mücadeleleri, ihanetlere karşı direnişi ve yeniden doğuşları unutulmamalı; bu bilinçle bugünün şartları değerlendirilmelidir.

• Ortak Değerler: Dil, din, kültür ve ahlaki değerler gibi milleti bir arada tutan unsurlar yeniden içselleştirilmeli, yapay ayrımlar reddedilmelidir.

• Hedef Birliği: Bireysel çıkarlar değil, milli egemenlik, bağımsızlık ve devletin yaşatılması gibi büyük stratejik hedefler etrafında birleşilmelidir.

Türk şuuru, siyasi görüş, mezhep veya sınıf farkı gözetmeden, devletin bekası, milletin bütünlüğü ve bağımsız yaşam hakkı gibi vazgeçilmezlerde buluşmayı zorunlu kılar.

6.2. Direnişin Meşruiyeti: Ahlak ve Hukuk Temelinde Savunma

Milli direniş yalnızca tarihsel ve ahlaki bir hak değil, aynı zamanda hukuki bir zorunluluktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan anayasal hükümler, egemenliğin kaynağını millete verirken, bu egemenliğin gasp edilmesine ya da devredilmesine açıkça karşı çıkar. Bugün gelinen noktada, anayasanın çiğnendiği, milli egemenliğin dış kaynaklara ya da anayasa dışı yapılarla kurulmuş komisyonlara devredildiği bir yapı oluşmaktaysa, buna karşı hukuka dayalı bir direniş meşru ve kaçınılmaz hâle gelir.

Bu bağlamda aşağıdaki anayasa maddeleri, direnişin hem meşru hem de anayasal bir hak olduğunu açıkça teyit etmektedir:

Anayasa Madde 1 – Devletin Şekli:

“Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.”

Bu maddeyle devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak tanımlanmış ve bu şekil değiştirilemez hâle getirilmiştir. Cumhuriyet, halk egemenliğine dayanan bir rejimdir. Hiçbir kişi ya da grup, bu halk iradesinin üzerine geçemez. Bu maddeye aykırı olarak yapılan her türlü yapı, komisyon veya vesayet girişimi anayasa ihlalidir.

Anayasa Madde 2 – Cumhuriyetin Nitelikleri:

“Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına dayanan, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Bu hüküm, devletin temel karakterini tanımlar. Atatürk milliyetçiliği, Türk milletinin birliğini, egemenliğini ve bağımsızlığını esas alır. Anayasa dışı müdahaleler, dış destekli vesayet projeleri veya Türk milletinin kendi geleceğine hükmetme hakkını elinden almaya çalışan yapılar, doğrudan bu maddeye aykırıdır. Bu madde, her Türk vatandaşına hukukun üstünlüğü adına direnme sorumluluğu yükler.

Anayasa Madde 3 – Devletin Bütünlüğü, Resmi Dili, Bayrağı, Milli Marşı ve Başkenti:

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli Marşı ‘İstiklâl Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.”

Bu madde, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını ve millet-devlet bütünlüğünü açıkça tanımlar. Her türlü etnik, mezhepsel ya da siyasi ayrıştırma, devleti parçalamaya yönelik komisyon faaliyetleri veya farklı kimlikler ve federasyon / özerklik üzerinden yapılacak anayasal düzen tasfiye planları bu maddeye aykırıdır. Bu madde, toplumsal çözülmeye ve bölünmeye karşı açık bir anayasal korumadır.

Anayasa Madde 6 – Egemenlik:

“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiç bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Bu madde, egemenliğin tek sahibinin Türk milleti olduğunu vurgular. Milletin iradesi dışında kurulan ve anayasal yetkiye dayanmayan komisyonlar, danışma kurulları veya gayriresmî odaklar anayasal suç işlemekte ve doğrudan bu maddeyi ihlal etmektedir. Direniş bu noktada bir hak değil; aynı zamanda bir vatandaşlık görevi hâline gelmektedir. Milletin iradesine, egemenliğine ve anayasal düzene sahip çıkmak, bu hüküm gereği her Türk’ün asli sorumluluğudur.

Meşru direnişin anayasal temeli ise, yukarıdaki maddeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde; Türkiye Cumhuriyeti’ne, onun halkına, bağımsızlığına ve üniter yapısına yönelen her türlü tehdit ve müdahaleye karşı direnmek; yalnızca bir duygusal tepki değil, anayasa temelli meşru bir savunma hakkıdır. Bu hak; sessiz kalmayı, geri çekilmeyi ya da kişisel konforu tercih etmeyi değil, şuurlu, kararlı, hukuki ve organize bir direnişi zorunlu kılar. Bugün yapılması gereken, bu anayasal ilkeleri ve cumhuriyetin temel niteliklerini fiilen savunmak ve millet egemenliğini yeniden tahkim etmektir.

6.3. Sivil Direnişin Araçları: Organize ve Barışçıl Seferberlik

Milli direniş, şiddete değil; bilinç, strateji ve organize hareketlere dayanmalıdır. Bu kapsamda;

• Toplumsal Bilinçlenme: Eğitim, konferans, yayın ve sosyal medya aracılığıyla milli kimlik ve egemenlik bilinci artırılmalıdır.

• Sivil Seferberlik: Parti ve kişisel çıkarların ötesinde, Türk kimliği etrafında birleşen platformlar oluşturulmalıdır.

• Hukuki Direniş: Anayasa Mahkemesi, idare mahkemeleri ve ulusal hukuk yolları kullanılarak gayrimeşru uygulamalara karşı başvurular yapılmalıdır.

• Kültürel Koruma: Milli tarih, dil, edebiyat ve ahlaki değerler yeniden canlandırılmalıdır.

Direniş yalnızca sokakta değil; okulda, ailede, kamu kurumlarında ve sosyal alanda başlamalıdır. Bu seferberlik, bir kalkışma değil, bir kurtuluş ve uyanış hamlesidir.

6.4. Devlete Karşı Değil, Devlet Adına Direnmek

Meşru direniş, devlete karşı değil, devleti ele geçiren gayrimeşru odaklara karşı yapılan koruma hareketidir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı da bu ruhla gerçekleştirilmiştir. Polis, asker, yargı mensubu ve bürokratlar şahıslara ya da partilere değil; millete ve Anayasa’ya bağlıdır. Kamu görevlilerinin asli görevi devleti yaşatmak ve milleti korumaktır.

6.5. Programlı ve Organize Hareket: Dağınıklığın Sonu

Başarısız halk hareketlerinin temel nedeni plansızlık ve dağınıklıktır. Günümüzde direniş ancak stratejik akıl, disiplin ve hedef birliğiyle başarılı olabilir. Bu yüzden;

• Liderlikten çok ilkeler ön planda tutulmalı,

• Rastgele tepkiler yerine uzun vadeli, hukuki ve meşru planlar yapılmalı,

• Akademisyenler, emekli askerler, kanaat önderleri, yerel yapılar ve gençlik hareketleri arasında sürekli iletişimle milli cephe oluşturulmalıdır.

Direniş, teknik ve organize bir süreçtir; sabır, teşkilat ve fedakarlık ister.

6.6. Atatürk Referansı: Birleşmenin Temeli

Türk milletini bir araya getirebilecek en güçlü ortak payda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ruhudur. Atatürk, bir komutan olmanın ötesinde fikir mimarı, siyasi kurucu ve ahlak öğreticisidir. Onun “milli egemenlik” ilkesi, bugünkü vesayetlere karşı en güçlü silahtır.

Bu nedenle;

• Partiler Atatürk’te birleşmeli,

• Kurumlar bağımsızlık ilkesinde uzlaşmalı,

• Millet “tam bağımsızlık” bilincini siyasal şuur haline getirmelidir.

Atatürk referansıyla yürütülen mücadele, ulusal değerleri önceliklendiren yerli ve evrensel bir seferberliktir.

6.7. Kim Türk’tür, Kim Değildir?

Bu mücadelede “Türk” olmak biyolojik ya da coğrafi değil; ahlaki ve fikri bir tutumdur. Türk, milletini, devletini ve bayrağını savunan; fedakârlık eden ve birlikte hareket etmeye hazır olandır.

Birlikten kaçan, bedel ödemekten korkan, işbirliği yapan ya da kendi çıkarı için milletin felaketine göz yuman kişi ve yapılar bu mücadelede Türk sayılmaz.

Türklük, soy değil; sorumluluk, şuur ve ahlak meselesidir. Bu mücadeleye omuz vermeyenler, yarın yok olmaya mahkûmdur.

6.8. Güvenilecek Tek Güç: Milletin Kendisi

Ne dış destekler, ne siyasi ittifaklar ne de kurumlar, Türk milletinin kararlılığı ve samimiyeti kadar güçlü değildir. Bu nedenle;

• Kurtuluş planı milletin kendi içinden çıkmalı,

• Hiçbir makam Türk milletinin iradesinden büyük olmamalı,

• Güvenilecek tek merci milli irade ve milli şuurdur.

En nihayetinde, Türkiye’nin içinde bulunduğu zor durumdan çıkış yolu, milli bilinç, organize mücadele ve ortak hareketle mümkündür. Bu mücadele, hürriyetin, bağımsızlığın ve Türklüğün savunulmasıdır. Artık tepkisizlik değil, kararlı duruş; beklemek değil, harekete geçmek zamanıdır. Türk milleti, 1919’daki ruhla yeniden ayağa kalkacak ve “Ya istiklal, ya ölüm!” kararlılığıyla kendi geleceğine sahip çıkacaktır.

SONUÇ: KURTULUŞ YOLU BİRLİKTE YÜRÜNECEKTİR

Bu makale sadece bir tespit değil, ciddi bir çağrıdır. Bu çağrı; bireylerden kurumlara, gençlerden kanaat önderlerine kadar Türk milletinin tüm kesimlerine yöneliktir. Çünkü artık mesele yalnızca bir siyasi kriz değil; bir milletin varlık-yokluk mücadelesidir.

Türkiye Cumhuriyeti bugün; yapısal çözülme, milli kimliğin aşınması ve halkın iradesinin sistematik biçimde etkisizleştirilmesiyle karşı karşıyadır. Komisyonlar aracılığıyla yürütülen politikalar, halkın ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini işlevsizleştirmekte; egemenlik, görünmeyen odakların eline bırakılmaktadır. Bu durum, anayasanın açık hükümlerine aykırıdır ve doğrudan milli egemenliği hedef almaktadır.

Devlet kurumlarının siyasi sadakat ekseninde yeniden dizayn edilmesi; adalet, liyakat ve tarafsızlık ilkelerinin zedelenmesi anlamına gelmektedir. Cumhur İttifakı gibi yapılar ise, milliyetçiliği birleştirici bir değer olmaktan çıkarıp, yalnızca retorik düzeyde tüketilen bir araç hâline getirmiştir. Gelinen noktada “milli birlik” değil, kutuplaşma ve parçalanma üretilmiştir.

Bu tablo karşısında Türk milletinin önünde iki temel yol vardır:

1. Sessiz kalarak bu çözülmenin seyircisi olmak,

2. Ya da tarihî sorumluluğunu kuşanarak şahlanmak ve her türlü direnişe geçmek.

Türk milleti, geçmişte defalarca yaptığı gibi, bugün de bu kuşatmayı yırtabilecek inanca, iradeye ve ruha sahiptir. Yeter ki:

• Şuurla hareket etsin,

• Atatürk’te birleşsin,

• Partisel çıkarları değil, milli cephenin kutsallığını esas alsın,

• Komisyon ve Saray devletine karşı milli egemenliği hatırlasın.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca bir toprak parçası üzerinde kurulan siyasi bir yapı değil; binlerce yıllık Türk tarihinin, kültürünün ve direniş ruhunun çağdaş bir tezahürüdür. Onun temeli; halk iradesine, tam bağımsızlığa ve Atatürk’ün yüksek ideallerine dayanmaktadır.

Bu nedenle, Atatürk’te birleşmek, artık bir tercih değil; bir mecburiyet hâline gelmiştir. Bu birleşme, sadece bir ideolojik yönelim değil; devleti, milleti ve geleceği korumaya yönelik bir hayatî mücadeledir.

Unutulmamalıdır ki:

• Direnmek bir şereftir.

• Birlikte direnmek, en büyük şereftir.

• Türk gibi yaşamak, sadece geçmişe saygı değil; bugüne sahip çıkmak ve geleceği kurmak demektir.

Türk milleti; sayısız badireyi aşarak her seferinde küllerinden yeniden doğmuş bir millettir. Bugün de bu potansiyel vardır. Ancak bu potansiyelin harekete geçmesi için:

Her bireyin sorumluluk üstlenmesi,

• Her kurumun meşruiyet sınırları içinde kalması,

• Her vatandaşın Türk kimliğiyle düşünmesi ve yaşaması gerekmektedir.

Artık beklemek değil, harekete geçmek zamanıdır. Bu mücadele, sadece bir siyasi refleks değil; millî bir bilinç, ahlaki bir duruş ve tarihî bir görevdir.

Bugün Türklüğün ve Cumhuriyetin çağrısı yeniden yankılanmaktadır. Bu çağrı, yalnızca geçmişin hatırası değil; bugünün direnişi ve yarının teminatıdır. Türk milleti, kendi iradesine, kendi devletine ve kendi istikbaline sahip çıkarak yeniden tarih sahnesine yürüyecek ve tüm dünyaya “Ben buradayım!” diyecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir