26 Ağustos Büyük Taarruz, 30 Ağustos Zafer Bayramımız ve TSK Günümüz; değerlerimizle kutlanmalıdır

26 Ağustos 2025


Değerli 30 Ağustosçular,

9 Eylülcüler,

Türkiyeciler,

Evladı Mustafa Kemaller,

Zaferin gerçek sahibi olduğuna inanan, İstiklal Harbi’nde kanlarını bağımsızlık için seve seve veren yüce Türk milletinin evlatları,

Bugünden itibaren Zafer Haftamız dolayısıyla 30 Ağustos Zafer Bayramımızı ve TSK Günümüzü; Cumhuriyetimizin kuruluşunun yolunu açan bu büyük zaferimizi ve ona gönül verenleri gururla selamlıyoruz.

Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlığını yaptığı düzenli Türk Ordusu karşısında, İngiliz emperyalizminin desteğiyle İzmir’den Manisa, Aydın, Afyon, Eskişehir, Polatlı, Ankara hattına doğru ilerleyen Yunan Ordusu, Türk Ordusu’ndan %25 daha fazla ve daha modern silahlara sahipti. Ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat ateş hatlarına girerek yönettiği ve kazandığı bu zafer, dünya savaş tarihine Dumlupınar – Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçti.

Türk kuvvetlerinin Kurmay Başkanlığı Karargâhı, savaşın en ince ayrıntılarını hesaplayarak, Büyük Taarruz Harekâtını 26 Ağustos 1922 tarihinde, şafak sökmeden sabah saat 05.30’da Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle başlattı.

Bu andan itibaren, askere “Vatanın ve milletin kurtuluşu için size ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal Paşa, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh da bütün vatandır. Bu vatanın her toprağı kanla sulanmadıkça terk edilemez” hedefine doğru tüm kuvvetleri harekete geçirdi.

Sakarya’da düşmanla göğüs göğüse çarpışan Türk Ordusu, Kurt Kapanı, oyalama, yanıltma ve boğma stratejilerini uygulayarak, kısa sürede 30 Ağustos’ta General Trikopis komutasındaki Yunan kolordularını, özellikle 4., 5., 9. ve 12. tümenlerini kısmen ya da tamamen imha etti.

Diğer iki Yunan kolordusu da kuşatılarak tamamen yenildi. 30 Ağustos 1922’de saat 19.30’da Yunan Ordusu’nun elindeki tüm modern silahlar Türk Ordusu’nun eline geçti.

Sonunda, Yunan Orduları Komutanı Trikopis’in başında bulunduğu son Yunan işgal kuvvetleri de, TBMM’den tam yetki alan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, ölüm kalım savaşı veren Türk Ordusu tarafından tam bir bozguna uğratıldı ve düşman gerilere çekilmek zorunda bırakıldı.

30 Ağustos Zaferi ile yaratılan askerî fırsatı iyi değerlendiren Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini bağımsızlığa ve kurtuluşa götürecek, Cumhuriyetin kurulmasına giden kesin yolu açacak kararını 1 Eylül 1922’de verdi. Ordularını Uşak üzerinden İzmir’e doğru harekete geçirdi.

Atatürk’ün, tüm ordulara ve komutanlara verdiği meşhur “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle, Türk kolorduları ve Kuvayı Milliye teşkilatları üç koldan Ege bölgesine doğru yıldırım hızıyla ilerledi.

Kısa bir süre içinde 450 kilometre kat ederek, 26 Ağustos’taki Büyük Meydan Muharebesi’nden yalnızca 15 gün sonra, 9 Eylül 1922’de tüm Yunan kuvvetleri Türk Ordusu tarafından kesin yenilgiye uğratıldı.

Ve bu esnada, düşman ordularının komutanı Trikopis esir alındı.

9 Eylül’de, İzmir Kadifekale’ye Türk Bayrağını çeken Türk süvari alayı, İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşuyla Türk milletine büyük zaferi müjdeledi. Bu zafer, Yunanistan’a ve onun destekçisi olan tüm emperyalistlere, işbirlikçi hainlere ağır ve dünya askerî tarihinde unutulmaz bir yenilgi tattırdı.

Bu yenilgiden sonra, 18 Eylül 1922’de fiilen tüm Yunan kuvvetleri Türkiye’yi terk etti.

Sonuç olarak, 1 Ekim 1922’de, emperyalistlere ve onların maşası Yunan işgalcilerine, padişahçı işbirlikçi hainlere diz çöktüren Türk Millî Kuvvetleri, İtilaf Devletlerini Mudanya Antlaşması’nda da Ankara Hükûmeti’nin şartlarını kabul etmeye mecbur bıraktı. Böylece tüm Yunan kuvvetleri resmen Ege’den ve Trakya’dan tamamen çekildi, bölge Ankara Hükûmeti’ne bırakıldı.

Bununla birlikte, Çanakkale ve İstanbul’u işgal eden İtilaf Devletleri de aynı akıbete uğrayarak, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’dan önce İstanbul Boğazı’ndaki düşman gemilerine işaret ederek söylediği gibi, “geldikleri gibi” gittiler.

Ayrıca, bu büyük Türk Zaferi, bir zamanlar kendilerince yenilmeyen, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak bilinen İngiltere’nin ünlü Başbakanı Lloyd George’un istifasına da yol açtı.

Büyük Taarruz’la başlayan, 30 Ağustos’ta kesin zaferle taçlanan ve 9 Eylül’de İzmir’de düşmanı denize döken Türk Ordusu, bu savaş başarısıyla sadece Türk milletinin yüceliğini, vatan ve bağımsızlık için ölümü göze alışını değil, aynı zamanda “yenilmez” denilen emperyalistleri yenerek diğer mazlum milletlere de örnek ve önder oldu.

Bu konuda iki devlet adamı şöyle demektedir:

Pakistan Devlet Başkanı M. Ali Cinnah, 30 Ağustos Zaferi sonrası 11.09.1922’de Londra’da yaptığı açıklamada şunları söylemiştir:

“Ne biz, ne de her kıtada yaşamakta olan tutsak ve mazlum ulusları bundan sonra tutabileceksiniz. Mustafa Kemal ve Türkler, kendileri için hazırlanan tabutu yayılmacıların başına geçirmişlerdir. Şimdi dünyada başlarına tabut geçirilecek başkaları da benzer sonuçlara hazırlanmalıdır.”

Bu sözlerle, ileride doğacak ulusal kurtuluş savaşlarının da habercisi olmuştur.

Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin lideri Mahatma Gandi, 08.09.1922’de düzenlediği basın toplantısında 30 Ağustos Zaferi için şu ifadeleri kullanmıştır:

“Türk orduları bir devri kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.”

Gandi, bu sözleriyle Türk’ün zaferini Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında kutsamış ve onu örnek almıştır.

30 Ağustos Zaferi’nin Türk milleti için önemini ise Atatürk, 1924 yılında bizzat Dumlupınar’da yaptığı konuşmada şöyle ifade etmiştir:

“Bilmeyen kalmamıştır ki: Ulusumuz, egemenliğini eline aldığı gün, en karanlık yoksulluğun, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma araçları elinden alınmış, kutsal varlıkları saldırıya uğramış, pek acıklı bir durumda idi. Bütün bunları hiçe sayarak varlığını ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararını başarıya ulaştırabilmek için kendine bir toplu davranış, belirli bir erek seçmesi gerekiyordu. Ulusun bütün varlığıyla, bütün inanıyla, canını dişine takarak o yolda birlikte yürümesi ve er geç başarıya ulaşması gerekti. İşte baylar, o erek bu yerdi, burasıydı. Umulan ve istenen başarı, işte burada kazanılan zaferdi.”

Atatürk konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“30 Ağustos Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur; ama Türk ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin ve cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.”

Atatürk’ün daha sonraki konuşmalarında da belirttiği gibi, Türk Ordusu’nun zaferiyle sonuçlanan Büyük Taarruz’daki esas amaç yalnızca düşmanı yenmek değil; “Kayıtsız şartsız bağımsız, yeni ve modern bir Türk Devleti kurmaktı.”

30 Ağustos, ebedî millî lider Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde emperyalizme karşı verilen, dünyadaki ilk kurtuluş savaşında düşmanın imhasıyla taçlanan Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin yarattığı özgürleştirici ortamda, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun; çağdaşlığı simgeleyen, padişaha kulluktan özgür vatandaşa giden yolun açılmasıdır.

Bunu yaratan, gücünü yüce Türk milletinin tarihinden alan ve özünde Türk halkının üniformalısı olan Türk Millî Ordusu’dur. Türk Ordusu, kendi milletinin millî egemenliğini her şart altında kayıtsız şartsız savunacak; gerektiğinde bu uğurda şehit ve gazi olacak yapının ta kendisidir.

Bugün, Türkiye’nin de içinde bulunduğu “Ortadoğu coğrafyasını” felakete sürükleyecek ABD’nin BOP projesi kapsamında, ABD ile gizli 9 maddelik sömürge anlaşmasına imza atan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve BOP Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın izlediği siyasete karşı tavır alan; komşularla ilişkileri dostluk ve millî menfaatler çerçevesinde, sulh yoluyla çözmek isteyen Atatürk’ün “Afyonkarahisar’da subaylara yaptığı konuşmada bahsettiği Millici subaylar”, 1997 yılındaki MİT raporunda da belirtildiği üzere, Amerikan dış istihbarat teşkilatı CIA’nın Orta Doğu’daki en güçlü sivil toplum örgütü olarak tanımlanan ve devlet içindeki gladyo yapılanmasının (Süper-NATO’nun parçası) bir uzantısı olan F-Tipi örgüt/FETÖ kullanılarak hedef alınmıştır. Böylece TSK’ya karşı yapılan operasyonlarla ordu susturulmak, imha edilmek ve bu şekilde düşman tarafından 30 Ağustos’un intikamı alınmak istenmiştir.

Atatürk, sanki bugünleri o zamandan görmüş ve Türk subaylarına bugünde geçerli olan uyarı niteliğinde çok önemli bir söylev bırakmıştır.

Türk milleti için Türk Ordusu, devletin ve milletin başarısı, varlığı ve yaşaması için olmazsa olmazdır. Çünkü Türk Ordusu bir halk ordusudur ve Türk milletinin üniformalı halidir.

Batı ordularına benzemez; Türk Ordusu aynı zamanda Türklerin kimliksel karakterini de yansıtır.

Büyük Liderimiz Mustafa Kemal Atatürk, işte bu nedenle Afyonkarahisar’da çok önemli bir tarihî konuşma yapmıştır. Daha 30 Ağustos Zaferi’nden iki yıl önce, ileri görüşlü bir Türk subayının ve Türk Ordusu’nun ne olduğunu, ne yapması gerektiğini ve önemini analiz eden Mustafa Kemal Atatürk, 31 Temmuz 1920 tarihinde Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşmada aynen şunları belirtmiştir:

“Millet, bağımsızlığını ordudan bekler.

Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur. Allah göstermesin, milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.

Efendiler! Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük bir vicdanî zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun uzun konuşmak isterdim. Fakat çoksunuz, müsait yer de yok. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümleyle ifade etmekle yetineceğim.

Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları, milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler, bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerin tabiatında yaratılıştan mevcut olan bu hak, ancak mücadele ile korunur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir durumundadır. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp edilir.

Dünyada insanca yaşamak için bağımsızlık şarttır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için varlığını ispat etmek gerekir. Kuvvet ise ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığın kıymetini bilen milletin vicdanındaki imanıdır.

İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için evvela onu ordudan mahrum etme yoluna gittiler. Mütareke şartlarının uygulanmasıyla silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün savunma araçlarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza saldırıya başladılar. Askerlik onurunu yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen dağıtarak, milleti bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da ordusuz ve savunmasız bıraktıklarını zannettikleri milleti, her türlü hakkına ve kutsal değerine saldırarak alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak istediler. Her hâlde ordu, düşmanlarımızın birinci hedefi oldu.

Orduyu imha etmek için mutlaka subayları yok etmek, aşağılamak gerekiyordu. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamalarına engel kalmayacaktı.

Bu gerçek karşısında, subaylarımıza düşen görevin mahiyeti, önemi ve değeri kendiliğinden ortaya çıkar. Milletimiz, hür ve bağımsız yaşamanın zorunluluğuna iman etmiş ve buna kesin kararlılıkla yönelmiştir. Zaman zaman üzücü karaktersizlikler görülse de, milletimizin genel kanaatini ve imanını hiçbir zaman sarsmamıştır, sarsmayacaktır.

Dolayısıyla kuvvetin, ordunun varlığı için gerekli olan kaynak yani milletin vicdanındaki iman mevcuttur. Ordu ise ancak subaylar sayesinde vücut bulur. Malum bir askerî ve felsefî hakikattir: ordunun ruhu subaylardadır.

O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenen ordumuzu yeniden inşa edecek ve canlandıracak; ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.

Millet, bağımsızlığının korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce vazifesi budur. Allah göstermesin, milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.

Subaylar, üzerlerine düşen bu yüce ve kutsal görev gereği, bütün mevcudiyetleriyle, dikkat ve ferasetleriyle bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak zorundadır. Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakâr sınıfın en önünde bulunmalıdır. Çünkü düşmanlarımız, herkesten önce onları öldürmek, aşağılamak ve hor görmek ister.

Hayatında bir an bile subaylık yapmış, subaylık onurunu ve şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, düşmanın bu muamelelerine katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın kastı, o şerefi ayaklar altına atmaktır. Dolayısıyla subay için ya istiklal ya ölümdür.

Fakat arkadaşlar, ölmeyeceğiz; bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.”

Atatürk adeta bugünleri işaret etmektedir.

Ebedî önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, bu durumun olabileceğini 103 yıl önceden görmüştür.

Nitekim bir Amerikalı gazeteciye verdiği mülakatta şunları söylemiştir:

“I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarıyla oluşturulan Orta Doğu’daki suni sınırlar, bir gün burada yaşayan halklar tarafından bozulacaktır. O zaman bu halklara karşı emperyalistlerin yanında yer alan yönetimler ve halklar da aynı akıbetten kurtulamayacaklardır.”

Yukarıda belirtildiği gibi, günümüzde de 30 Ağustos 1922’nin ve Atatürk’ün subaylara hitaben 1920’de yaptığı Afyonkarahisar konuşmasının niteliği, bugünkü konjonktürde bir kez daha büyük önem kazanmıştır.

Emperyalizme karşı kazanılan zaferin sonucunda elini güçlendirerek Lozan’da masaya oturan Türk Milleti’nin temsilcileri, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin senedini, savaştığı düşmana masada da o gün verilen büyük çabalarla kabul ettirmiştir.

Tarihimiz, biz Türklerin karakterini en iyi şekilde yansıtır ve geleceğimizin de teminatıdır.

Bu anlamda, gelecekte yapacaklarımızın ve başarılarımızın da dayanağı olacak esaslardır.

Bazı dönemlerde, özellikle bugünlerde Türk Milleti ve Türk Ordusu kırılmalar ve sıkıntılar yaşasa da, ana millî hatlarımız TSK içerisinde asla kaybolmamaktadır.

Atatürk gibi sınırlarını kendi çizen bir liderlik ve onu destekleyen Türk Milleti, bu nedenle, sınırlarının ötesinde bulunan komşularıyla irade koyarak her zaman sulh ve dostluk ilişkilerini pekiştirmiştir.

Bu pekiştirme, emperyalistler tarafından Körfez Savaşı’na kadar kırılmak istenmiş olsa da, Türk Milleti ve Ordusu bu yönde kesin tercihini yapmıştır.

TSK, emperyalizme ve komşu/kardeş kanı akıtmaya o gün de “hayır” demiştir.

1950’li yıllarda siyasî yöneticilerin, emperyalist bir proje olan NATO’ya Türkiye’yi sokması haricinde, kısmen de olsa, Türk Ordusu büyük hatalardan uzak durmuştur.

Türk Milleti, ordusunu Atatürkçü düşünceyle yetiştirmiştir.

Hal böyle iken, TSK üzerinde NATO ve onun patronu ABD boş durmamış; Türk Milleti’nin ve Devleti’nin koruyucusu ve kollayıcısı olmaması için, 1952’den itibaren adım adım TSK içinde kendi yandaşlarını ve yanaşmalarını yaratmaya çalışmıştır.

Amaç, TSK’yı millî düşünceden uzaklaştırmak ve kendine bağımlı hale getirmek olmuştur.

Nitekim Amerikalılar, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri sırasında, bizzat CIA Ankara İstasyon Şefi Paul Henze’nin deyişiyle:

“Bizim oğlanlar iktidarda” diyerek, kendi yandaşlarını TSK’nın başına getirdiklerini itiraf etmişlerdir.

Bu iki darbe döneminde binlerce Atatürkçü subay işkencelerden geçirilmiş ve tasfiye edilmiştir.

Fakat ABD’nin gücü, tohumu, toprağı ve mayası Türk Milleti’nden; gövdesi Atatürkçü düşünceden olan Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki millici subayları tamamen imha etmeye yetmemiştir.

Alttan sürekli yetişen, Atatürk ilkelerine bağlı subayların varlığı, ABD’nin istediği ölçüde engellenememiştir.

Bugünkü durum berraktır.

Kimin, neyin yanında olduğu anlaşılmıştır.

Yapılması gereken de bellidir.

Bundan sonra, savaşçı TSK personeli ve Atatürk ilkelerine bağlı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Milleti, ortak aklını ve gücünü tarihinin derinliklerinden alan bir millet olarak kullanmalı; özellik PKK, FETÖ,  MHP , AKP, yeni CHP, Hüdapar , tarikatlar terörizminin baş hamisi dış düşman ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizminin önderlik ettiği TBMM de kurulan BOP- Barrack komisyonu olan iç  düşmana karşı Millî Birleşik Cephe’yi oluşturmalıdır.

Cumhuriyet Devrim Kanunları’nı ve Atatürk’ün 6 Ok’ta belirlediği, rejimin simge ve içeriğini yeniden güncelleyerek ve yerli yerine oturtarak, Türkler üçüncü kez Ergenekon’dan çıkmalı ve yeni bir 30 Ağustos’ta yeniden zaferini ilan etmelidir.

Bugün her bir Türk, aslında TSK’yı desteklemeyen; suskunluk, ihanet ve esaret payı olarak verilen, partilerdeki makam ve mevkileri reddetmelidir.

Parti meclisi üyeliği, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili borsası üzerinden alınan vekillikler, belediye borsasında belediye başkanlıkları ve parti borsasında il/ilçe başkanlıkları kesinlikle kabul edilmemelidir.

Çünkü hiçbir parti ve parti başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nden ve TSK’dan daha önemli, değerli ve kutsal değildir.

Çünkü söz konusu olan Türklük ve Vatandır.

Günlük kişisel menfaatler uğruna verilen makamlar ve arpalıklar için Türklük ve Vatan satılamaz.

Türk Milleti’nin değerli mensupları, Türk’ün coğrafyasındaki her yeri yeniden Samsun ve Ergenekon yapmalıdır.

Yüce Türk Milleti’nin evlatları, bizler; millet, devlet ve ordu yaratmada mahareti olan çok ender milletlerdeniz.

Kimse bizi imha edemeyecektir.

İmha edememesi için de birbirimize, milletimizin ilkeli fertleri olarak sarılmalı ve kenetlenmeliyiz.

Evet, biz Türkler Zafer Bayramımızı ve TSK Günümüzü gururla kutlamaya devam edelim ve etmeliyiz.

Şartlara bakmadan, nerede olursak olalım 30 Ağustos ruhuyla hareket etmeliyiz.

Çünkü 30 Ağustos’a sahip çıkmak, Türk olarak kendine sahip çıkmaktır.

Hiç kimse şu konuda en küçük bir tereddüt duymamalıdır:

1919’da Atamızın işbirlikçi hainlere ve onların efendilerine, geldikleri gibi gitmeyi 1922’de nasıl yaşattıysa; işte yine bugünlerde Büyük Türk Milleti bunu onlara çok da uzak olmayan bir zamanda elbette tekrar yaşatacaktır.

Emperyalistlerin Türkiye’yi bölme ve parçalama heveslerini kursaklarında bırakacaktır.

Emperyalistleri, makam işgalcisi uşaklarıyla birlikte Anadolu topraklarına bir kez daha gömecektir.

Onları imha edecektir.

Çünkü Türk Milleti, bunu yapacak tarihe, kudrete ve millet bilincine sahiptir.

Evet, bugün sadece Zafer Günümüzü değil, aynı zamanda 2128 yıllık ( Mete Han M.Ö bugüne kadar) resmî bir geçmişi olan Türk Silahlı Kuvvetleri Günümüzü de bayram olarak kutluyoruz.

Fakat bir farkla… Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’yla ikinci Ergenekon’dan çıkışının yaşandığı ülkemizde, bayram kutlamaları TSK’nın elinden alınmış, kutlamalar hipodromlardan çıkarılmıştır.

Türk Ordusu’nun subaylarının, emperyalistlerin Türk Millî Ordusu’nu başka mazlum halklara karşı kullanmasına karşı çıkması; ordunun tüm teçhizat ve uluslararası ilişkilerinin millîleştirilmesini istemesi; terörün emperyalistlerin kontrolünde olduğunu savunması ve buna karşı millî bir tavır alması nedeniyle, Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm” ilkesine bağlı, milletini düşünen en tecrübeli subaylarının, Amerikan emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD koordineli, Tayyip Erdoğan–, Devlet Bahçeli- FETÖ–PKK ortaklığında kısmen tasfiye edildiği farkıyla…

Aynı zamanda, bugün TSK’nın komuta sistemiyle ve fabrika ayarlarıyla oynanması; birçok açıdan TSK’nın adeta iğdiş edilmesi farkıyla kutluyoruz.

15 Temmuz 2016’da, ABD’nin Türkiye’deki gladyosu FETÖ tarafından girişilen darbeye ve TSK içine yerleştirdikleri teröristlere karşı direnen, FETÖ’cüleri derdest eden vatansever, Atatürkçü TSK subay ve erleri; TSK’nın, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli güvencesi olduğunu bir kez daha dost ve düşmana göstermiştir.

15 Temmuz’dan sonra da, her zaman olduğu gibi, bütün dünyaya TSK var oldukça Türk Devleti’nin ve Milleti’nin ebediyen ayakta kalacağını kanıtlamıştır.

Evet, bu günü aynı zamanda 22 Temmuz 2015’ten bu yana, kahraman Türk Ordusu’nun, Amerika’nın kara gücü olan ve Suriye’nin kuzeyinde ABD üretimi bir proje olarak var edilen PKK ile IŞİD’i üst üste imha ettiği başarılı harekâtlarıyla da büyük bir mutlulukla kutluyoruz.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” şiarını kendisine ilke edinmiş olan Türk Milleti’nin bu millî ordusu, son 15 yıldır ABD emperyalistlerinin patronu olduğu NATO’nun ileri karakolu olmasına rağmen; ABD ve AB emperyalistlerinin menfaatleri için Ortadoğu, Asya ve Afrika’da bir ihraç malı gibi jandarmalık yapmak istememekte ve buna karşı birçok anlamda direnmektedir.

Bu millî subaylar; millî ordu, millî gemi, millî şifre yazılımı, millî mühimmat, millî hava savunma sistemi, millî radar sistemi, millî savaş ve savunma stratejisi, millî savunma, savaş ve uzay sanayisinin güçlendirilmesini istemektedir.

İşte terörün kaynaklarını tespit eden, Atatürk çizgisindeki bu TSK subayları, terörün NATO’cu sözde müttefikler tarafından nasıl desteklendiğini net bir biçimde bilmekte ve buna karşı tavır almaktadır.

Nitekim bugün TSK efsanesi tekrar geri dönmüştür.

PKK terörü ve onu eğiten-destekleyen Batılı emperyalistler; Türk Milletinin üniformalı hali olan TSK’nın, 22 Temmuz 2015’te PKK’ya, esasında ABD’ye ve müttefiklerine karşı başlattığı kutsal harekâtıyla ve 15 Temmuz 2016’da Amerikancı FETÖ gladyosunun darbe girişimcilerine attığı şamarla, TSK’nın yenilmediğini ve yenilmeyeceğini görmüştür.

Bugün bu millî direniş, TSK’yı Türk Milleti’nden koparmaya ve rencide etmeye çalışanlara da büyük bir şamardır.

PKK’ya ve PKK’nın hava gücü olan ABD’ye atılan bu şamardan dolayı, ABD ve müttefikleri yenilginin ezikliğiyle bugün bile telaş içerisindedir.

TSK’nın önderliğindeki bu millî direniş, her imha edilen PKK hedefinin aslında ABD ve müttefiklerine vurulan bir darbe olduğunu ortaya koymuştur.

Bu gerçek, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’den gelen telaş dolu açıklamalardan da anlaşılmaktadır.

Bugün Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda, ABD imalatı IŞİD ve PKK’yı; ABD-İsrail koridorunu, yani sözde Kürt koridorunu imha etmek için harekete geçen TSK’nın daha ilk andan elde ettiği büyük başarı, onun manevra kabiliyetini, yüksek vurucu ve caydırıcı gücünü bir kez daha emperyalistlere göstermiştir.

Bu durum, TSK’nın içinde Kurtuluş Savaşı ruhunun hâlâ yaşadığını göstermektedir.

Bu yüzden TSK ile gurur duymalıyız.

Bugün, TBMM çatısı altında kurulan BOP–Barack Komisyonu içinde yer alan parçalar ( partiler) , Türk milletinin bağımsızlık ruhunu ve millî çıkarlarını hedef alan bir ihanet vesikası olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu girişim, tıpkı geçmişte işgalcilerle işbirliği yapan mandacı zihniyetin yeni bir tezahürüdür. Ancak Türk milleti, tarih boyunca defalarca olduğu gibi, kendi kaderini emperyalistlerin kalemlerinde değil, kendi iradesi ve bileğinin gücünde aramıştır.

Ordu–millet bütünlüğü içinde, Mustafa Kemal’in askerleri olarak, bu ihanete karşı yine dimdik duracağız. Geçmişte Ergenekon’dan çıkış destanını yazan, Sakarya’da düşmanı durduran, kısmen imha eden ve kovalayan, 30 Ağustos’ta kesin zaferi ilan eden ve 9 Eylül’de işgalciyi denize döken aynı irade bugün de yaşamaktadır. Türk milleti, hem içteki işbirlikçileri hem de dıştaki destekçilerini mahkûm edip tarihin çöplüğüne gönderecek güç ve azme sahiptir.

Bugün karşı karşıya kaldığımız iç ve dış düşman, geçmişin işgalcilerinden farklı değildir. Fark yalnızca yöntemlerindedir. Fakat biz, bu topraklarda yaşayan Türk milleti olarak; 30 Ağustos ve 9 Eylül mirasının bugünkü taşıyıcılarıyız. Yine mahvı perişan edeceğiz, yine ihanet odaklarını geldikleri gibi göndereceğiz. Çünkü Türk milleti, bunu yapacak kudrete, tecrübeye ve millet şuuruna sahiptir.

Yukarıda belirttiğimiz neden ve sonuçlardan dolayı; Kurtuluş Savaşımızda bize bu zaferi tattıran ve bu ruhun devam etmesini sağlayan, başta Atatürk olmak üzere; İttihat ve Terakki’den devralınan Anadolu ve Trakya’daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ne ve Kuvayı Milliye’yi kuran, o dönemin Jön Türk istihbarat teşkilatı olan Teşkilat-ı Mahsusa üyelerine (ki bunlardan birisi de Mustafa Kemal Atatürk ve Hasan Tahsin’dir), Egeli Efelere, kağnılarla ve at arabalarıyla sırtlarında cephane ve mühimmat taşıyan yiğit Türk kadınlarına, dönemin Türk Millî Ordusu’na ve diğer millî kuvvetlere; düşmanın işgal ettiği bölgelerimizden silah ve cephane taşıyan İpsiz Recep’e, Laz takalarına ve reislerine, Makbule Çavuşlara, Kara Fatmalara, Nene Hatunlara, Sütçü İmamlara, İstanbul Mim Mim Grubu’na ve Karakol Grupları’na; direnişte ve kurtuluşta en ön saflarda yer alan Hacı Bektaş, Şahkulu ve Karacaahmet dergâhlarına, Kadiri dergâhlarına ve ekmeğini, aşını, erzağını ve biricik körpe çocuklarını asker olarak Mustafa Kemal’in kuvvetlerine veren yoksul Türk köylülerine olan şükran borcumuzu burada bir kez daha teyit ediyor, onların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

Bugün düşman, emperyalizm kendi beşizleri olan PKK, FETÖ, Tarikatlar, TBMM de ki BOP- Barrack komisyonu parçaları ve Ermeni -Rum “disporası” üzerinden Türkiye’ye karşı bir savaş vermektedir.

Bu savaşın adı da, aslında “Türkiye ile Amerika ve müttefikleri arasındaki savaştır.”

TSK’nın hedefi, emperyalizm ve yerli işbirlikçileridir.

Bu savaşı da, ordu–millet el birliğiyle, aynen 1922’de olduğu gibi, ne olursa olsun tekrar kazanacağımıza inanıyorum.

Atamızın dediği gibi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine bağlı kalarak; “Ne mutlu Türküm diyene!” demeden geri kalmayalım ve “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” ilkesine sadık kalalım diyorum.

Bunun için tekrar ve tekrar; yurtsever partilerle, kuruluşlarla, fertlerle; yediden yetmişe herkesle, sadece anavatandaki değil, yurtdışındaki Türkler de buna dâhil edilerek 1919’da, 1922’de ve 1923’te olduğu gibi millî demokratik birleşik cepheyi, millî paktı; bugün lüks haline gelen fikir ve tavır ayrılıklarını ve şişkin egoları bir kenara bırakarak Anavatan’ın ve Türk Milleti’nin selameti için kuralım çağrısı yapıyorum.

Ve diyorum ki: 30 Ağustosçulara ve 9 Eylülcülere yakışan budur!

Tekrar Zafer Haftamız vesilesiyle, omurgası Türk Milleti ve önderi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk olan 30 Ağustos Zafer Bayramımız ve TSK Günümüz, Yüce Türk Milleti’ne kutlu olsun.

Bizi biz yapan değerlerimizden olan TSK’yı; terörizme, emperyalizme, siyonizme ve gerici-bölücü yerli işbirlikçilerine karşı destekleyelim.

“Ne mutlu Türküm diyene!” sözünü gönülden benimseyenlere; Büyük Türk Ulusu’na, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi:

“Bir olalım, iri olalım, diri olalım.”

Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davalarında ABD’nin gladyosu FETÖ – AKP tarafından tasfiye edilen komutanların tekrar göreve çağrılmasını, askerî okulların ve askeri hastanelerin yeniden açılmasını ve TSK’nın fabrika ayarlarıyla oynanmamasını ısrarla talep edelim ve bugün emperyalizmin maşası olan iç düşman BOP- Barrack komisyonuyla milli kuvettleri ve milleti seferber ederek,  onların ağababaları olan emperyalizme ve siyonizme hak ettiği bedeli ödeterek ordu- millet birlikteliğini pekiştirerek mücadele edelim.

Yaşasın 26 Ağustos Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Zaferi!

Yaşasın Mustafa Kemal ruhu ve düşüncesi!

Yaşasın onun mensubu olmakla övündüğü Yüce Türk Milleti!

Bin selam sana, Yüce Türk Milleti’nin kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir