Oslo, 1 Ekim 2025
“Kapütülasyonların Modern Versiyonu”
Uluslararası ilişkiler tarihi boyunca “barış planı” etiketiyle piyasaya sürülen projelerin çoğu, aslında barışı değil, mevcut güçlerin çıkarlarını garanti altına almak için tasarlanmıştır. Trump-Netanyahu planı da bu geleneğin sadık bir devamı niteliğinde karşımıza çıkmaktadır. Bu plan, içerik olarak 19. yüzyıl Osmanlı kapütülasyonlarının güncellenmiş bir versiyonu gibidir: nasıl ki Osmanlı ekonomisini ve siyasi iradesini dışa bağımlı hale getiren o anlaşmalar “medeniyet götürme” ambalajıyla pazarlanmışsa, bugün de Filistin halkına dayatılan koşullar “barış ve refah” maskesiyle sunulmaktadır.
Planın özü basittir: Gazze silahsızlanacak, direnişin tüm izleri yok edilecek, Filistin’in yönetimi technokratik kuklaların eline bırakılacak ve tüm bunlar olurken asıl faydayı İsrail ve onun stratejik müttefiki ABD sağlayacaktır. Yani mesele, halkın acılarının dindirilmesi değil; aksine, bu acıların üzerine “uluslararası denetim” etiketi yapıştırılarak meşruiyet kazandırılmasıdır.
Trump’ın aceleciliği ise gözden kaçırılmamalıdır. 2030’a kadar doların küresel rezerv para statüsünü kaybetme ihtimali, ABD’nin Orta Doğu’da hızlı zaferler elde etme takıntısını açıklamaktadır. Washington, “önce Gazze’yi susturalım, sonra Çin’i kuşatalım” gibi kaba ama aceleci bir jeopolitik formülle hareket etmektedir. İsrail ise bu fırsatı kendi “güvenlik masalı”nı küresel bir proje haline getirmek için kullanmaktadır.
Ancak burada ironik olan şudur: barış adına dayatılan bu plan, barışın tüm temel unsurlarını sistematik şekilde ortadan kaldırmaktadır. Filistinlilere sorulmadan hazırlanan ve tek taraflı şartlarla şekillenen bu metin, gerçekte bir “barış anlaşması” değil, bir “teslimiyet protokolü”dür. Ve tarihin acı bir ironisi olarak, bunu dile getirenler bir kez daha “aşırılıkçı” ya da “barış karşıtı” etiketiyle damgalanmaktadır.
Bu bağlamda Trump-Netanyahu planı, sadece Orta Doğu’nun değil, küresel siyaset sahnesinin de bir aynasıdır. Hegemonya kaygısı, ekonomik çöküş korkusu ve jeopolitik açgözlülük, “barış planı” adı altında sahneye sürülmüştür. Kısacası, tarih bir kez daha, güçlünün çıkarını zayıfa dayatma sanatını “barış” adıyla pazarlamaktadır.
Gazze’nin Disneyland’e Dönüştürülmesi Fikri
Trump-Netanyahu planının en ilginç kısımlarından biri, Gazze’yi “aşırılıkçılıktan ve terörden arındırılmış, modern şehirlerle dolu, refah içinde bir bölge”ye dönüştürme hayalidir. Bu tasvir, kulağa hoş geliyor olabilir; fakat satır aralarına bakıldığında, buradaki vizyonun aslında bir tür “Disneyland Orta Doğu” projesi olduğu görülmektedir. Silahsız, tunnelsız, militan figüransız bir Gazze… tıpkı eğlence parkındaki gibi steril, güvenlik kameralarıyla donatılmış, girişte bileti ABD büyükelçiliğinden alınan bir mekân.
Gazze’nin yıllardır süren abluka, bombardıman ve yıkımla yerle bir edilmesinden sonra “yeniden inşa edilecek” olması, planı yazanların vicdanlı olduklarını değil, hafızasız olduklarını göstermektedir. Çünkü bu yeniden inşa süreci, Filistin halkının kendi iradesiyle değil, uluslararası şirketlerin ihaleleriyle şekillenecektir. İnşaat firmaları, teknoloji devleri ve “modern şehir uzmanları” Gazze’ye barış değil, beton ve çelik getirecektir. Üstelik bu süreç, Filistin halkının rızasına değil, Trump’ın yeni kurduğu “Barış Konseyi”nin lütfuna bağlı olacaktır.
Plana göre Gazze’de silah üretim tesisleri kapatılacak, tüneller yıkılacak ve HAMAS üyeleri ya “silah bırakıp af dileyecek” ya da güvenli bir şekilde sürgüne gönderilecektir. Başka bir deyişle, direnişin tüm izleri silinecek ve yerine steril, dijital gözetim sistemleriyle donatılmış bir açık hava alışveriş merkezi kurulacaktır. Barış, burada bir politik hedef değil; ticari bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha da ironik olan ise, bu sürecin “uluslararası gözlemciler” tarafından denetlenecek olmasıdır. Yani, Gazze’nin yeniden inşası bir tür uluslararası gösteriye dönüştürülecek; BM, ABD, AB ve Arap ortakları sırayla sahneye çıkıp “biz barış getirdik” repliğini söyleyeceklerdir. Filistin halkı ise bu tiyatroda seyirci bile değil, sadece dekor olarak kullanılacaktır.
Kısaca Gazze’nin geleceği, bu plana göre bir refah ve barış ütopyası değil, sterilize edilmiş bir “satılık şehir” olmaktan öteye geçmemektedir. Tıpkı Disneyland gibi, dışarıdan bakıldığında renkli ve güvenli; fakat içeride özgürlükten yoksun, her hareketi denetlenen, sahte bir mutluluk atmosferine mahkûm bir mekân. Kısacası, Trump ve Netanyahu’nun hayali, Gazze’yi bir halkın yaşadığı şehir olmaktan çıkarıp, uluslararası sermayenin yönettiği bir eğlence parkına dönüştürmektir.
Kurtuluş mu? Teslimiyet mi?
Trump-Netanyahu planına verilen tepkiler, aslında Ortadoğu siyasetinin trajikomik tablosunu gözler önüne sermektedir. İslami Cihad’ın cevabı nettir: “Bu plan, İsrail’in yıllardır dayattığı teslimiyet reçetesinin bir tekrarıdır.” Bu duruş, en azından bir tutarlılık barındırmaktadır. Hamas ise benzer bir çizgide planı reddetmiş, “silah bırakma” şartını kabul etmemiştir. Ancak buradaki ironik nokta, Hamas’ın reddinin uluslararası medyada hemen “barış karşıtlığı” olarak etiketlenmesidir. Direnişin silah bırakması, yani varlık nedenini ortadan kaldırması, barışın ön şartı olarak sunulmaktadır.
Daha ilginç olan ise FKÖ lideri Mahmud Abbas’ın tutumudur. Abbas, planı “kerhen evet” diyerek kabul etmiştir. Buradaki “kerhen” kelimesi, satirik bir şekilde Filistin siyasetinin özeti gibidir: Ne halkı ikna edebiliyor, ne de İsrail ve ABD’ye karşı çıkabiliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, ne tam bir kabul ne de tam bir ret… Yani diplomatik literatürde “kerhen evet”, siyaset sosyolojisinde ise “çaresiz boyun eğiş” olarak kayda geçmiştir. Abbas, adeta bir masa başı figüranı gibi, sahnede yerini almış ve “planın barışa katkısı olabilir” diyerek cılız bir onay vermiştir.
Burada trajedi şudur: Filistin halkı adına masaya oturan temsilciler, ya tamamen reddedilmekte ya da “kerhen” onay vermektedir. Yani hiçbir aktör, halkın gerçek iradesini yansıtacak güçlü bir duruş sergileyememektedir. Planın hazırlanma sürecinde Filistinlilere danışılmamış olması yetmezmiş gibi, kabul süreci de dayatma ve baskılarla şekillendirilmiştir.
İşin ironik yanı, bu planın “barışı” getireceği iddiasıdır. Oysa taraflardan birinin iradesi yok sayılmış, diğerine ise mutlak üstünlük verilmiştir. Bu koşullar altında “barış” kelimesinin bile kullanılabilmesi, uluslararası diplomasinin en kara mizah örneklerinden biridir. Barış, burada iki tarafın karşılıklı fedakârlığıyla değil, bir tarafın mutlak teslimiyetiyle tanımlanmaktadır.
Bu durumda görülüyorki, planın getirdiği şey bir kurtuluş vizyonu değil, bir teslimiyet protokolüdür. Hamas ve İslami Cihad’ın reddi, Abbas’ın “kerhen evet”i, aslında planın sahada karşılık bulamayacağını göstermektedir. Ancak ABD ve İsrail açısından bu önemli değildir; çünkü mesele, barışı sağlamak değil, dayatmayı kâğıt üzerinde “uluslararası mutabakat” olarak kayda geçirmektir. Yani masada barış kelimesi dolaşırken, sahada teslimiyetin kalın çizgileri çizilmektedir.
Türkiye’nin İki Yüzlü Diplomasi Karnavalı
Trump-Netanyahu planı sahneye sürülürken, Türkiye’nin tavrı adeta bir diplomasi karnavalına dönüşmüştür. Dışarıya yüksek sesle “Gazze’de soykırım var, biz mazlumun yanındayız” mesajı verilirken, kulislerde ABD ile Boeing üzerinden milyarlarca dolarlık uçak anlaşmaları yapılmış, Trump ile doğalgaz anlaşmalarına imza atılmıştır. Yani bir yanda meydanlarda Filistin bayrağı sallanırken, diğer yanda Washington’dan alınan meşruiyetle iktidar ömrünü uzatma hesapları yapılmıştır.
Bu tablo, diplomatik ikiyüzlülüğün klasik bir örneğidir. Gazze’nin kanı üzerinden iç politikada hamaset devşirilmiş, fakat aynı anda ABD’ye boyun eğilerek soykırımın lojistik ayağına katkıda bulunulmuştur. Satirik olan ise, iktidarın kendi halkına “biz Gazze’nin yanındayız” diyerek propaganda yaparken, uluslararası arenada tam tersi bir çizgide ilerlemesidir. Bu, “hem ağlarım hem giderim” politikasının en çıplak haliyle uygulanmasıdır.
Türkiye’nin Gazze meselesindeki bu çelişkili duruşu, sadece bir dış politika meselesi değil, aynı zamanda bir iç politika aracı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Gazze, meydanlarda seçim malzemesi yapılmakta; ancak gerçek diplomatik dosyalarda Washington ve Tel Aviv’le tam uyum içinde hareket edilmektedir. İronik olan şu ki, iktidar kendi tabanına “biz ABD’ye kafa tutuyoruz” imajı verirken, aynı günlerde ABD’den alınan meşruiyetin gölgesinde siyasal ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.
Bu karnavalın en trajikomik tarafı, Türkiye’nin Gazze konusunda aslında hiçbir belirleyici aktör olamamasıdır. ABD’nin ve İsrail’in yazdığı senaryoda figüran rolünü üstlenmekle yetinilmekte, buna rağmen içerde kahramanlık edebiyatı yapılmaktadır. Yani sahnede büyük bir tiyatro oynanmakta; seyirciye “Gazze için mücadele ediyoruz” repliği aktarılırken, kuliste “300 Boeing uçağı aldık” diye kutlama yapılmaktadır.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, diplomatik ahlaksızlığın en çıplak örneğidir. Türkiye, Gazze üzerinden iktidarın iç politika malzemesi üretme kapasitesini göstermiş; ama aynı zamanda uluslararası arenada soykırıma zımni onay veren bir pozisyona düşmüştür. Bu çelişki, ilerleyen süreçte sadece dış politikada değil, toplumun vicdanında da derin yaralar açacaktır. Karnaval bittiğinde sahnede kalan şey, iktidarın ikiyüzlülüğü ve Gazze’nin trajedisinin iç politikada tüketilen bir malzeme haline getirilmesinden ibaret olacaktır.
ABD’nin Küresel Aceleciliği ve Çin Saplantısı
Trump-Netanyahu planının satır aralarında gizlenen en önemli motivasyon, aslında Gazze ile ilgili değildir. Esas mesele, 2030 yılına kadar doların küresel rezerv para statüsünü kaybetme ihtimalidir. ABD, bu korkuyu bir “ulusal felaket” olarak görmekte ve tarihin en büyük askeri, siyasi ve ekonomik kumarını oynamaktadır. Çünkü doların tahtı sarsıldığında, Washington’un borç dağları bir anda görünür hale gelecek ve 39 trilyon dolarlık yük, ABD’yi küresel hegemonya yarışında dibe çekecektir.
Bu yüzden Washington, zamana karşı yarışmaktadır. Önce Ortadoğu’yu hızlı bir şekilde pasifize etmek, ardından Pasifik’te Çin’i kuşatmak istemektedir. Planın asıl stratejik önemi, Gazze’nin değil, Pekin’in kapısının önünü temizlemektir. Başka bir deyişle, Gazze “yan görev”, Çin ise “ana görev”dir. Trump-Netanyahu planı bu bağlamda, küresel satranç tahtasında kırık taşlarla oynanan bir şah-mat oyununu andırmaktadır.
Ancak aceleyle yapılan her işte olduğu gibi, burada da büyük çelişkiler vardır. ABD, Orta Doğu’yu pasifize etmeden Çin’i kuşatamayacağını düşünmektedir. Oysa bölge, tarih boyunca “pasifize edilemeyen coğrafya” olarak anılmıştır. Filistin, Irak, Suriye ve İran, yüz yıldır Batı’nın yeniden dizayn etmeye çalıştığı, fakat her defasında elinde patlayan laboratuvar deneylerinin mekânı olmuştur.
Dikkate değer olan şu ki, Washington bu defa da aynı hatayı yapmaktadır. Doları kurtarma telaşıyla hazırlanan plan, Gazze’nin gerçekliğini yok saymakta; Çin’e karşı açılacak büyük kapışmanın provası Ortadoğu halklarının sırtında yapılmaktadır. ABD’nin stratejisi, “önce Gazze’yi Disneyland’e çevirelim, sonra Pekin’i çevreleyelim” formülüne indirgenmiştir. Bu, uluslararası ilişkiler tarihinin en kaba indirgemeciliği olarak kayda geçebilir.
Nihayetinde ise ABD’nin Gazze planı, aslında doların düşüş korkusunun bir yansımasıdır. Washington, “eğer rezerv para tahtı sallanırsa, dünyayı savaşa sürüklerim” mesajı vermektedir. Ne var ki, bu mesajın sahadaki karşılığı, hem Ortadoğu’da hem de Pasifik’te büyük direnişlerle çarpışmak olacaktır. ABD’nin küresel aceleciliği, onu tarihin en pahalı ve en başarısız “zamana karşı yarışına” sürüklemektedir.
İsrail’in Büyük Rüyaları ve Küçük Gerçekleri
Trump-Netanyahu planının sahnedeki başrol oyuncularından biri şüphesiz İsrail’dir. Tel Aviv’in bu plana bakışı, “nihayet tüm düşlerimiz tek bir pakette” heyecanına benzemektedir. Çünkü plan, İsrail’e hem güvenlik hem diplomatik meşruiyet hem de ekonomik avantajlar vaat etmektedir. Yani Kudüs hükümeti için adeta bir “her şey dahil barış tatili” programıdır.
İsrail’in büyük rüyası, Gazze’nin tamamen silahsızlandırılması, tünellerin yerle bir edilmesi ve Hamas’ın tarihe gömülmesidir. Bu gerçekleşirse, İsrail kendisini nihayet “güvenlik duvarlarının” ardında rahat hissedecektir. Ancak bu rüya, Ortadoğu’nun en bilinen gerçeğiyle çelişmektedir: İsrail ne kadar baskı uygularsa, o kadar direnç doğar. Tarihsel olarak hiçbir işgal, mutlak güvenlik üretmemiştir.
Daha da büyük rüya, İran’a yönelik olası saldırıdır. İsrail, bu planın Gazze ayağının ardından, Washington’un desteğiyle Tahran’a karşı askeri bir cephe açılabileceğini düşünmektedir. Buradaki satirik ironi şudur: Gazze’de “barış” söylemini pazarlayan bir ülke, aynı anda İran’a savaşın hayalini kurmaktadır. Yani barış planı, aslında bir savaş stratejisinin örtüsüne dönüşmektedir.
İsrail’in diplomatik yalnızlığı da dikkate değerdir. Her ne kadar ABD’nin güçlü desteğine sahip olsa da, küresel kamuoyunda İsrail giderek daha fazla “işgalci” ve “soykırımcı” etiketleriyle anılmaktadır. Bu nedenle Tel Aviv’in büyük rüyaları, aslında küçük gerçeklerle sınırlı kalmaktadır: uluslararası meşruiyet zayıflamakta, içeride güvenlik kaygıları artmakta ve dışarıda diplomatik yalnızlık derinleşmektedir.
Nihayetinde ise İsrail’in planla elde etmeye çalıştığı şey, kısa vadeli bir güvenlik yanılsamasıdır. Ancak bu yanılsama, uzun vadede daha büyük direnişleri, daha ağır bedelleri ve daha derin diplomatik izolasyonu beraberinde getirecektir. Yani İsrail’in rüyası, aslında kendi kabusunun hazırlığıdır. Ve en satirik olanı da şudur: İsrail’in bu planla kazanacağı her şey, sonunda kendi hanesine kaydedilecek ağır faturalarla silinecektir.
Uluslararası Figüranlar: Avrupa ve Arap Dünyası
Trump-Netanyahu planı, sahnede iki başrol oyuncusuyla (ABD ve İsrail) yürütülse de, perde arkasında figüranların da rol alması zorunluydu. Bu figüranlardan biri Avrupa, diğeri ise Arap dünyasıdır. Ancak bu iki kesimin ortak özelliği, planın öznesi değil, süsü olmalarıdır.
Avrupa, planı açıkça onaylamasa da sessiz onayıyla sahnede yerini almıştır. Kıta liderleri, alışıldık diplomatik klişeleri kullanarak “barıştan yanayız, insani yardımlar hızlanmalı” açıklamalarını yapmış; ancak ABD’nin dayatmasına karşı herhangi bir bağımsız tutum geliştirmemiştir. Avrupa’nın bu sessizliği, aslında kendi çıkarlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü kıtanın enerji güvenliği, ABD’nin değil, Ortadoğu’daki istikrarın korunmasına bağlıdır. Ama Avrupa, alışıldığı üzere “yüksek sesle konuşmama” stratejisini seçmiş, ABD’nin arkasına saklanmayı tercih etmiştir.
Arap dünyasının tavrı ise daha da trajikomiktir. Bazı Arap liderleri, Washington’un ve Trump’ın karşısında adeta birer noteri andırarak plana onay vermiştir. Kimi liderler “barış için tarihi fırsat” diyerek alkış tutmuş, kimileri ise sessiz kalarak en azından kendi koltuklarını garanti altına almaya çalışmıştır. Bu durum, Arap dünyasının tarihsel bölünmüşlüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Burada kötü olan şu ki, Arap liderlerinin çoğu kendi halkının iradesini değil, Washington’un beklentilerini dikkate almıştır. Halk meydanlarda “Gazze’ye destek” sloganları atarken, liderler kapalı kapılar ardında ABD’nin barış paketine mühür basmıştır. Böylece Arap dünyası, bir kez daha “direnişin değil, dayatmanın” tarafında konumlanmıştır.
Dolayısıyla Avrupa ve Arap dünyası, bu planda kendi çıkarlarını korumakla yetinen, fakat tarihsel sorumluluklarını yerine getirmeyen figüranlar olmuştur. Avrupa “gürültüsüz pragmatizm” ile, Arap dünyası ise “koltuk koruma refleksi” ile sahnede yer almıştır. Böylece Trump-Netanyahu planı, bir kez daha hegemonik bir dayatma değil, “uluslararası mutabakat” olarak pazarlanabilmiştir. Ve tarih, bu figüranları bir kez daha seyirciye “barış destekçisi” olarak gösterecektir.
Sonuç: Hicvin Karanlık Gerçekle Buluştuğu Yer
Trump-Netanyahu planı, yüzeyde “barış girişimi” gibi pazarlansa da, aslında yeni bir emperyal satranç hamlesidir. Bu satrançta ABD, zamanı kendi lehine çevirmek için hızla taş oynatmakta; İsrail, bölgesel güvenlik rüyalarının peşinde koşmakta; Avrupa, sessiz çıkarcılığını sürdürmekte; Arap dünyası ise pragmatizm kılıfı altında koltuklarını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ortadoğu’nun halkları ise bir kez daha büyük güçlerin test alanına dönüşmektedir.
ABD’nin en büyük korkusu, 2030’a kadar doların küresel rezerv para tahtından inmesidir. Bu yüzden Washington, Gazze’den Pekin’e uzanan dev bir savaş koridoru inşa etmek istemektedir. Ancak bu strateji, aslında emperyal bir “acelecilik krizi”dir. Çünkü ABD’nin ekonomik gücü tükenmekte, borç dağları büyümekte, iç siyaseti kutuplaşmakta ve küresel liderlik imajı zayıflamaktadır. Washington, hegemonya kaybını askeri dayatmayla telafi etmeye çalışmaktadır.
İsrail ise bu planın en hevesli ortağıdır. Tel Aviv, Gazze’yi silahsızlandırarak güvenlik elde edeceğini, ardından İran’a yönelerek “nihai hesaplaşmayı” başlatabileceğini sanmaktadır. Oysa bu rüyalar, ağır bedellerin habercisidir. İsrail, kısa vadeli güvenlik uğruna uzun vadeli diplomatik izolasyonunu derinleştirmekte ve kendi geleceğini daha kırılgan hale getirmektedir.
Türkiye’nin ikiyüzlü tutumu da bu tabloda ayrı bir trajikomik unsur olarak öne çıkmaktadır. Bir yandan Gazze için meydanlarda sloganlar atılırken, diğer yandan ABD ile Boeing anlaşmaları, enerji pazarlıkları ve Trump’la yürütülen gizli mutabakatlar yapılmaktadır. Bu ikiyüzlülük, iktidarın iç politikada kullandığı Filistin meselesinin nasıl bir “araçsallaştırma oyunu”na dönüştüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye, bu haliyle ne tam bir direniş odağı ne de açık bir işbirlikçidir; aksine, iki yüzlü bir siyasal akrobasiyle uluslararası dengelerde savrulmaktadır.
Avrupa ve Arap dünyası ise planın figüranlarıdır. Avrupa, “yüksek sesle konuşmadan” kendi çıkarlarını güvence altına almakta; Arap liderleri ise kendi koltuklarını korumak için Washington’un noteri gibi davranmaktadır. Bu figüranlık, Ortadoğu halklarının gözünde hem Batı’yı hem de kendi rejimlerini daha da meşruiyetsiz kılmaktadır.
Sonuçta hicvin karanlık gerçekle buluştuğu noktadayız. Bu plan, bir barış vizyonu değil, küresel bir hegemonya mühendisliğidir. ABD’nin aceleciliği, İsrail’in güvenlik saplantısı, Türkiye’nin ikiyüzlülüğü, Avrupa’nın sessizliği ve Arap dünyasının pragmatizmi birleştiğinde, ortaya çıkan tablo barış değil, yeni bir savaş ihtimalidir. Ortadoğu, yine küresel güçlerin “oyun alanı”na indirgenmiş; halklar ise yeniden tarih sahnesinde seyirci değil, kurban rolüne zorlanmıştır.
Hicvin diliyle söylemek gerekirse: Trump ve Netanyahu’nun planı, bir barış senfonisi değil, kötü yazılmış bir emperyal opera librettosudur. Fakat ne yazık ki bu operanın sahnesi, gerçek kan ve gözyaşıyla kurulmaktadır. Ortadoğu, tarih sahnesinde yeniden güçlerin çıkar alanına indirgenmiş, halklar ise kurban rolüne zorlanmıştır. Bu tablo, küresel politikada çıkar ve hegemonya oyunlarının halkların yaşamı üzerinde nasıl trajikomik bir şekilde tezahür ettiğinin çarpıcı bir örneğidir.
Kaynakça
1. United Nations Relief and Works Agency (UNRWA). Reports on Gaza Humanitarian Conditions, 2024.
2. U.S. Department of State. “Trump-Netanyahu Peace Initiative Summary,” 2025.
3. International Crisis Group. “The Gaza Reconstruction and Regional Implications,” Policy Brief, January 2025.
4. Byman, Daniel. A High-Stakes Middle East: U.S. Strategy and Regional Responses. Brookings Institution Press, 2023.
5. Leverett, Flynt & Wei, Wu. China, the U.S., and Global Power Shifts. Cambridge University Press, 2022.
6. European Council on Foreign Relations. Europe and the Middle East: Diplomacy Under Pressure. ECFR Reports, 2024.
7. Khalidi, Rashid. The Iron Cage: The Story of the Palestinian Struggle for Statehood. Beacon Press, 2021.
8. Telhami, Shibley. The World Through Arab Eyes: Arab Public Opinion and International Politics. Basic Books, 2023.