Oslo, 12 Ekim 2025
20. yüzyıl, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından bazılarını açmıştır. Bu yüzyılda teknolojik ilerlemeler, sanayi devriminin mirası ve devlet örgütlenmesinin modern biçimleri, insan yaşamını korumaktan çok onu yok etmeye hizmet eden araçlara dönüştürüldü. Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde Nazi Almanyası’nın gerçekleştirdiği soykırım, insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Auschwitz-Birkenau toplama kampı, modern rasyonalitenin ölüm makinesine dönüşmesinin en somut sembolüydü. Kampın komutanı Rudolf Höss, bu mekanizmanın idari başıdır; onun itirafları, ölümün nasıl “bürokratik bir işlev” haline getirildiğini gözler önüne sermiştir.
21. yüzyılın ikinci on yılında ise dünya, farklı biçimlerde ama benzer etik krizlerle yeniden karşı karşıyadır. Orta Doğu’da, özellikle Gazze Şeridi’nde yaşanan çatışmalar, sivil nüfusa yönelik bilinçli ağır bombardımanlar, sivilleri sistemli bir biçimde aç bırakma, altyapı yıkımı ve insan yaşamını yok eden eden abluka politikaları, uluslararası kamuoyunda, “Soykırım”, “insanlığa karşı suçlar” ve “savaş suçları” tartışmalarını yeniden alevlendirmiştir. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun liderliğinde yürütülen askeri operasyonlar, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından soruşturulmuş, 2024 yılında hakkında “savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar” kapsamında tutuklama kararı çıkarılmıştır.
Bu iki tarihsel örnek, Nazi Almanyası’nın Auschwitz imha sistemi ve İsrail’in Gazze politikaları, birbirinden farklı çağlarda, farklı ideolojik temeller üzerinde yükselmiş olsa da, her ikisinde de ortak bir nokta belirgindir: devlet otoritesinin meşruiyet iddiası altında, bir topluluğun varlığının sistematik biçimde tehlikeye atılması. Bu durum, “modern devletin ölüm gücü” üzerine düşünmeyi zorunlu kılar.
Bu makale, Rudolf Höss dönemindeki soykırım pratiğiyle Benjamin Netanyahu döneminde Gazze’de yürütülen politikaların yöntemsel, etik ve hukuki karşılaştırmasını yapmaktadır. Buradaki amaç, basit bir özdeşlik kurmak değil; devletin uyguladığı şiddet biçimlerinin dönüşümünü, komut sorumluluğunun sürekliliğini ve uluslararası hukukun bu dönüşüm karşısındaki sınırlarını analiz etmektir.
Bu makalede amaç tarihsel gerçekleri küçümsemeksizin, her dönemde insan yaşamının değersizleştirildiği yapısal mekanizmaları anlamaya yöneliktir. Auschwitz’teki gaz odalarıyla Gazze’deki abluka farklı teknolojilerden doğmuş olabilir; fakat her iki durumda da sonuç, sivillerin yaşam alanının sistematik biçimde yok edilmesidir. Bu benzerliği tarihsel bağlamına oturtarak, insanlığın geçmişle hesaplaşmasının yalnızca anmakla değil, bugünün suçlarını tanımlamakla da mümkün olacağını göstermektedir.
Auschwitz ve Rudolf Höss: Endüstriyel Ölümün Anatomisi
Rudolf Höss, Auschwitz’in başkomutanı olarak tarihe geçti. Onun liderliğinde kamp, sadece bir ölüm alanı değil, planlı bir “yok etme organizasyonu” haline geldi. Nazi ideolojisi, “üstün ırk” anlayışıyla Yahudileri, Romanları, engellileri ve politik muhalifleri sistematik biçimde hedef aldı. Höss’ün görevi, bu ideolojik amacı “etkin bir yönetim” biçimine dönüştürmekti. Gaz odaları, krematoryumlar, tren hatları, kimyasal gaz tedariki gibi süreçler birer devlet prosedürü olarak kodlanmıştı.
Holokost’un en dehşet verici yanı, sıradanlığında gizlidir. Hannah Arendt’in deyimiyle “kötülüğün sıradanlığı”, burada en çıplak biçimiyle ortaya çıkmıştır. Höss ve çevresindeki subaylar, emirleri uyguladıklarında kendilerini “vatan hizmeti” içinde görmekteydiler. Bu noktada, ölüm bir eylem olmaktan çıkıp bir görev tanımına dönüşmüştü. Bürokratik hiyerarşi, bireysel vicdanı ortadan kaldırarak suçun kolektifleşmesini sağlamıştır.
Auschwitz, bu anlamda bir “modernite laboratuvarı”ydı. Sanayi devrimi ile gelişen verimlilik ideali, burada ölümün seri üretimine dönüşmüştü. Trenlerin dakikliği, kayıt defterlerinin titizliği, krematoryumların kapasitesinin hepsi teknik bir hesapla yürütülüyordu. Höss, ölümün teknolojikleşmesi sürecinde “verimliliği artıran” bir yöneticiye dönüşmüştü. Bu, insanlık tarihinin en karanlık biçimde “rasyonel” şiddetidir.
Höss’ün savaş sonrası verdiği ifadelerde “ben sadece emirleri uyguladım” savunması, modern dönemde bireysel sorumluluk kavramının çöküşünü de simgeler. Bu savunma, Nürnberg Mahkemeleri’nde reddedilmiş ve “üstün emri” gerekçesiyle insanlık dışı eylemler mazur görülmemiştir. Hukuk, ilk kez bu ölçekte “insanlığa karşı suç” kavramını tanımlamıştır.
Nihayetinde, Auschwitz yalnızca bir soykırımın değil, bir düşünce biçiminin de sembolü oldu: devletin mutlak meşruiyet iddiası altında, insanın araçsallaştırılması. Bu model, sonraki yüzyıllarda farklı biçimlerde karşımıza çıkacaktı; artık ölüm, gaz odalarıyla değil, abluka, açlık, elektrik kesintisi ya da bombalama yoluyla organize edilecekti.
Uluslararası Hukukta Soykırım, İnsanlığa Karşı Suçlar ve Savaş Suçları
1948 Soykırım Sözleşmesi, insanlık tarihinin en ağır suçunu tanımlamak amacıyla kabul edilmiştir. Bu sözleşmeye göre soykırım, “bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grubun tamamen ya da kısmen yok edilmesi niyetiyle yapılan eylemler”dir. Buradaki kilit sözcük “niyet”tir (intent). Niyetin kanıtlanması, bu suçun tanımlanmasında merkezi öneme sahiptir. Rudolf Höss’ün belgeleri, bu niyeti açıkça ortaya koymuştu: emirlerin içeriği ve kampın yapısı doğrudan yok etme amacına hizmet ediyordu.
Ancak uluslararası hukuk yalnızca soykırım değil, daha geniş kapsamlı kategoriler de tanımlar. “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, sivil halka yönelik sistematik saldırıları kapsar; etnik temelli olma şartı aranmaz. “Savaş suçları” ise silahlı çatışmalar sırasında uluslararası insancıl hukukun (özellikle Cenevre Sözleşmeleri’nin) ihlallerini içerir: sivillere saldırmak, altyapıyı yok etmek, insani yardımı engellemek, esirlere kötü muamele etmek gibi.
Bu kavramlar arasında sınırlar zaman zaman bulanıklaşsa da, hukuki ayrımlar önemlidir. Çünkü her biri, hem cezai sorumluluğun derecesini hem de niyetin kapsamını belirler. Soykırımda “yok etme kastı” aranırken; savaş suçlarında “ayrım gözetmeme” ya da “orantısızlık” unsurları dikkate alınır. İnsanlığa karşı suçlarda ise sistematiklik ve geniş kapsamlılık öne çıkar.
Bu bağlamda, Auschwitz örneği tüm bu kategorilerin başlangıç noktası sayılabilir. Nazi liderlerinin yargılanmasıyla “bireysel cezai sorumluluk” ilkesi uluslararası hukukta kabul görmüş, devlet otoritesi arkasına sığınma dönemi sona ermiştir. Her komutan, her siyasetçi, her emir sahibi artık kendi kararlarından sorumludur.
Bu ilkelerin modern yansımaları, günümüz çatışmalarında da görülmektedir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) 2024 yılında Netanyahu hakkında verdiği tutuklama kararı, bu tarihsel mirasın devamıdır. Her ne kadar hukuki süreçler sürmekte olsa da, kavramsal düzlemde “Auschwitz sonrası hukuk” bugün Gazze’de yeniden sınanmaktadır.
Gazze ve Netanyahu: Abluka, Savaş ve İnsanlığa Karşı Suç ve Soykırım Konusu
Gazze, 2007’den bu yana hem coğrafi hem de politik olarak kapana kısılmış bir bölgedir. İsrail’in kara, deniz ve hava ablukası, temel yaşam kaynaklarının girişini sınırlamış; su, elektrik, ilaç ve gıda gibi maddelere erişim büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Bu durum, Birleşmiş Milletler tarafından “toplu cezalandırma” olarak nitelendirilmiştir. 2023–2025 arasında yaşanan çatışmalarda binlerce sivilin ölümüyle sonuçlanan bombardımanlar, uluslararası hukukta “orantısız güç kullanımı” ve “sivil hedef gözetmeme” iddialarını doğurmuştur.
Benjamin Netanyahu, bu askeri operasyonları “terörle mücadele” olarak tanımlamaktadır. Ancak uluslararası toplumun önemli bir bölümü, bu açıklamayı yeterli bulmamaktadır. ICC Savcılığı, Netanyahu ve bazı üst düzey yetkililer hakkında “savaş suçu” ve “insanlığa karşı suç” kapsamında tutuklama kararı talep etmiş, mahkeme 2024 sonunda bu kararı onaylamıştır. Suçlamalar arasında “insanların hayatta kalmak için gerekli nesnelerden kasten mahrum bırakılması” da yer almaktadır.
Gazze’deki savaşın en yıkıcı etkisi, fiziksel ölümlerden öte, yaşam koşullarının sistematik biçimde imkânsız hale getirilmesidir. Hastanelerin bombalanması, altyapının çökmesi, elektrik ve suyun kesilmesi, sivillerin hayatta kalma şansını ortadan kaldırmıştır. Bu yöntemler, doğrudan “öldürme” eylemi yerine “yaşamı sürdürülemez kılma” biçiminde işlev görmektedir. Hukuki açıdan, bu durum insanlığa karşı suç veya dolaylı “extermination” (yok etme) eylemi olarak değerlendirilebilir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yanı sıra, Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) da Güney Afrika’nın İsrail aleyhine açtığı “soykırım sözleşmesi ihlali” davasını gündemine almıştır. ICJ, soykırım suçlamasını henüz karara bağlamamış olsa da, İsrail’e sivillerin korunması için acil önlemler alması yönünde geçici tedbirler uygulamıştır. Bu, uluslararası hukukta sembolik bir dönüm noktasıdır: devletin güvenlik hakkı ile sivillerin yaşama hakkı arasındaki çizgi yeniden sorgulanmaktadır.
Tarihsel olarak bakıldığında, Gazze’deki durumun Auschwitz’le aynı kategoride görülmesi konusunda ki süreç hukuki olarak sürmektedir Ancak etik düzeyde, insan yaşamının sistematik biçimde hiçe sayılması bakımından, benzer bir zihinsel mekanizmanın işlediği söylenebilir. Modern çağın “imha biçimi” artık gaz odaları değil, kuşatılmış şehirlerdir.
Kitle İmha Yöntemlerinin Evrimi: Teknoloji, Bürokrasi ve Uzak Şiddet
Auschwitz’in gaz odaları 20. yüzyılın imha teknolojisiydi; Gazze’nin kuşatması ise 21. yüzyılın. Bu iki dönem arasında geçen 80 yılda, ölümün organizasyonu daha karmaşık, dolaylı ve görünmez hale gelmiştir. Modern devletler, doğrudan öldürme yerine altyapıyı hedef alarak, insan yaşamını sürdüremez kılma yöntemine yönelmiştir. Böylece ölüm, artık “askeri” değil “lojistik” bir meseleye dönüşmüştür.
Teknoloji, bu süreçte hem mesafeyi hem de sorumluluğu artırmıştır. Rudolf Höss’ün dönemiyle kıyaslandığında, bugün liderler ölüm mekanizmasını uzaktan yönetebilmektedir. Dronlar, hedefleme algoritmaları, yapay zekâ destekli istihbarat sistemleri, savaşın insansız bir niteliğe bürünmesini sağlamıştır. Ancak insan unsurunun ortadan kalkması, etik sorumluluğu da bulanıklaştırmıştır. Artık “öldüren” sadece kişi değil, sistemin kendisidir.
Bürokrasi de bu şiddeti meşrulaştıran bir araç haline gelmiştir. Gazze’de uygulanan abluka politikaları, çoğu zaman “güvenlik gerekçesi” olarak sunulur. Aynı biçimde, Nazi Almanyası da Yahudilerin “tehdit unsuru” olduğunu iddia ederek imha politikasını rasyonalize etmişti. Devletin “güvenlik” söylemi, tarih boyunca en büyük kitlesel suçların gerekçesi olmuştur.
Bu teknolojik ve idari dönüşüm, hukuku de zorlamaktadır. Artık suçun faili sadece bir kişi değil, karmaşık bir zincirdir. Emir veren, uygulayan, algoritmayı tasarlayan, bombardımanı yöneten herkes “kolektif fail” haline gelir. Bu durumda bireysel cezai sorumluluğun tespiti zorlaşır; fakat bu zorluk, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. ICC’nin son yıllarda “komuta zinciri sorumluluğu” kavramını genişletmesi, bu yeni çağın suç yapısına uyum arayışıdır.
Özetle, Auschwitz’in gaz odalarıyla Gazze’nin dronları arasında yalnızca araç farkı vardır; amaç aynıdır: belirli bir topluluğun yaşam alanını ortadan kaldırmak. Modernite, ölümün biçimini değiştirmiştir ama mantığını değil. Bu nedenle “kitle imha” kavramı artık yalnızca silahlarla değil, ambargolar, teknolojik abluka ve bilgi manipülasyonu gibi yöntemlerle de tanımlanmalıdır.
Hukuki ve Etik Sorumluluk: Tarihten Günümüze Dersler
Rudolf Höss’ün savunması, “emirleri yerine getirdim” idi; bu, insanlık tarihinin en geçersiz mazeretlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Nürnberg Mahkemeleri, ilk kez “üstün emri” gerekçesini reddederek, bireyin ahlaki ve hukuki sorumluluğunu evrensel ilke haline getirmiştir. Bu ilke, günümüzdeki her lider, komutan ve bürokrat için geçerlidir: devletin meşruiyeti, insan yaşamını ihlal etme hakkı vermez.
Benjamin Netanyahu hakkında yürütülen soruşturmalar, bu ilkenin 21. yüzyıldaki uygulamasını temsil etmektedir. Her ne kadar suçluluğu hukuken henüz kesinleşmemiş olsa da, uluslararası hukukun bir başbakan düzeyinde hesap sorma girişimi, tarihin ilerleyişini göstermektedir. Artık hiçbir devlet, mutlak dokunulmazlığa sahip değildir. Bu, Holokost sonrası hukuk düzeninin en büyük kazanımıdır.
Etik açıdan, Auschwitz’teki soğukkanlılıkla Gazze’deki kayıtsızlık arasında bir süreklilik vardır. Her iki durumda da, ölüm “normalleşmiştir.” Bu normalleşme, modern toplumların en büyük zaafıdır. Bir toplum, bir halkın yok oluşuna sessiz kalabiliyorsa, orada ahlak çökmüştür. Bu nedenle tarihsel hafıza yalnızca anma törenleriyle değil, güncel adalet talepleriyle yaşatılmalıdır.
Uluslararası toplumun görevi, yalnızca geçmiş suçları kınamak değil, benzer suçların tekrarını önlemektir. Bu bağlamda, Lahey’deki süreç yalnızca Netanyahu’yu değil, aynı zamanda uluslararası adaletin etkinliğini sınamaktadır. Eğer hukuk, güçlü devletlerin çıkarları karşısında susarsa, Auschwitz’in dersi boşa gitmiş olur.
Dolayısıyla, hem geçmişteki hem de bugünkü liderlerin eylemleri karşısında sessizlik suç ortaklığıdır. İnsanlığın kurtuluşu, geçmişle yüzleşmek kadar bugünün tanıklığını doğru kurmakla da mümkündür. Höss’ün infazıyla kapanan bir dönemin yerini, Netanyahu’nun yargılanabileceği bir çağ almıştır. Bu bile tarihin ilerleyebildiğini gösterir.
Sonuç
Soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları; hepsi farklı tanımlara sahip olsa da özünde aynı zihinsel bozulmadan doğar: ötekini insan olarak görmeme hali. Rudolf Höss döneminde bu zihniyet, “ırk” temelli biyolojik üstünlük mitiyle meşrulaştırılmıştı; Netanyahu döneminde ise “siyonizm” , “ seçilmiş kavim” ve “ulusal güvenlik” ve “terörle mücadele” kavramlarıyla örtülmektedir. Farklı söylemler, aynı sonucu üretmektedir. Yani bu sivil yaşamın sistematik biçimde yok edilmesini göstermektedir.
Auschwitz’te gaz odalarıyla öldürülen bedenler, devletin sanayileşmiş ölüm aygıtının kurbanlarıydı. Gazze’de yıkılan evler, kesilen elektrik ve su, bombalanan hastaneler, aynı aygıtın dijital çağdaki biçimidir. Her iki durumda da devlet, şiddeti “düzen” adına rasyonelleştirir; bu rasyonalizasyon, hukuku askıya alan en tehlikeli meşruiyet biçimidir. Modern çağda şiddet, artık çığlık atmayan bir makineye dönüşmüştür: bürokratik, otomatik, soğukkanlı.
Uluslararası hukuk, bu şiddet biçimlerini tanımlamakta her zaman gecikmiştir. Nürnberg, geçmişteki suçların hesabını sorabildi; ama yeni suçların önüne geçemedi. Bugün Lahey’de görülen davalar, hâlâ bu gecikmenin mirasını taşımaktadır. Soykırımın ardından kurulan hukuk düzeni, artık yalnızca geriye dönük değil, önleyici bir mekanizmaya dönüşmek zorundadır. Eğer hukuk, güçlülerin suçlarını yargılayamıyorsa, insanlığın ilerlemesi yalnızca bir yanılsamadır.
Etik düzlemde ise mesele daha derindir. Auschwitz, insanın insan üzerindeki tahakkümünün nihai sonucuydu. Gazze, bu tahakkümün dijital çağda hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Artık mesele yalnızca “kim suçlu” sorusu değildir; asıl soru “biz nasıl sessiz kalabildik” olmalıdır. Çünkü her soykırım, yalnızca faillerin değil, sessiz kalan tanıkların da eseridir.
Sonuç olarak, Rudolf Höss’ten Benjamin Netanyahu’ya uzanan tarihsel çizgi, insanlığın hem ilerleme hem de unutuş kapasitesini gösterir. Teknoloji gelişmiş, hukuk kodları çoğalmış, uluslararası kurumlar kurulmuş; ama insanın şiddet üretme biçimi kökten değişmemiştir. Gerçek adalet, geçmişin suçlarını cezalandırmakla değil, gelecekte benzerlerinin işlenmesine izin vermemekle mümkündür. Bu nedenle Auschwitz’i hatırlamak bir anma değil, bir uyarıdır; Gazze’yi görmekse, insanlığın hâlâ o uyarıyı duymadığının kanıtıdır.
İnsanlık tarihi, ancak yüzleşme cesaretiyle yeniden yazılabilir. Rudolf Höss’ün itirafları, geçmişin aynasıdır; Netanyahu hakkında yürütülen soruşturmalar ise bugünün. Bu aynaya bakan her toplum, kendi vicdanını görür. Eğer bu vicdan susturulursa, Auschwitz bir daha yaşanmaz belki ama Gazze’ler, Halep’ler, Darfur’lar yeniden doğar. Ve o zaman insanlık, yalnızca tarihini değil, geleceğini de kaybeder.
Kaynakça
Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A report on the banality of evil. New York: Viking Press.
Bassiouni, M. C. (1999). Crimes Against Humanity in International Criminal Law (2nd ed.). The Hague: Kluwer Law International.
Bauman, Z. (1989). Modernity and the Holocaust. Ithaca, NY: Cornell University Press.
BBC News. (2024, May 20). ICC seeks arrest warrants for Netanyahu and Hamas leaders over Gaza war crimes allegations. Retrieved from https://www.bbc.com/news
Fein, H. (1984). Accounting for Genocide: National Responses and Jewish Victimization during the Holocaust. University of Chicago Press.
Friedländer, S. (2007). The Years of Extermination: Nazi Germany and the Jews, 1939–1945. New York: HarperCollins.
Hilberg, R. (1985). The Destruction of the European Jews (Revised and Definite Edition). New York: Holmes & Meier.
Höss, R. (1959). Commandant of Auschwitz: The Autobiography of Rudolf Höss. (S. Paskuly, Ed.). London: Phoenix Press.
International Court of Justice (ICJ). (2024). Application of the Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide (South Africa v. Israel), Order on Provisional Measures. Retrieved from https://www.icj-cij.org
International Criminal Court (ICC). (2024). Prosecutor of the International Criminal Court requests arrest warrants for Israeli and Hamas leaders. The Hague: ICC Press Release.
Lemkin, R. (1944). Axis Rule in Occupied Europe: Laws of Occupation, Analysis of Government, Proposals for Redress. Washington, DC: Carnegie Endowment for International Peace.
Power, S. (2002). “A Problem from Hell”: America and the Age of Genocide. New York: Basic Books.
Schabas, W. A. (2009). Genocide in International Law: The Crime of Crimes (2nd ed.). Cambridge University Press.
United Nations. (1948). Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide (Genocide Convention). United Nations Treaty Series, vol. 78, p. 277.
United Nations Human Rights Council (UNHRC). (2024). Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Occupied Palestinian Territory, including East Jerusalem, and Israel. Geneva: United Nations.
Weitz, E. D. (2003). A Century of Genocide: Utopias of Race and Nation. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Yad Vashem. (n.d.). Auschwitz-Birkenau Concentration and Extermination Camp (1940–1945). Retrieved from https://www.yadvashem.org