Türkiye’nin ve İsveç’in “Tarafsızlık” Politikaları ve Jeopolitik İşbirlikleri

Oslo, 13 Ekim 2025

Günümüzde “tarafsızlık” kavramını iyi analiz edebilmek için, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Türkiye ve İsveç’in izlediği “tarafsızlık” politikalarını tarihsel, ekonomik ve etik boyutlarıyla karşılaştırmalı olarak incelemek bize  bu konuda yeterli bir örnek sunmaktadır. Örneğin, her iki ülke de savaş yıllarında tarafsızlık söylemini sürdürürken, fiilen Nazi Almanyası’na stratejik nitelikte hammadde ihracatı yaparak savaş ekonomisine dolaylı katkı sağlamıştır. Türkiye’nin krom, İsveç’in ise demir cevheri ticareti üzerinden yürüttüğü bu ilişkiler, tarafsızlığın ekonomik ve ahlaki sınırlarını tartışmaya açmıştır. Savaş sonrası dönemde Türkiye, ABD ve NATO ile askeri işbirliğini derinleştirirken; İsveç, formel tarafsızlığını koruyup Batı bloğuna dolaylı destek veren bir “aktif tarafsızlık” politikası benimsemiştir. Erdoğan döneminde Türkiye’nin, ABD ve İsrail’in Irak, Suriye ve Filistin’deki askeri operasyonlarına yönelik söylem–pratik tutarsızlığı ise dış politikanın etik meşruiyetini zedeleyen yeni bir örnek olarak öne çıkmaktadır. Makale, iki ülkenin tarihsel tarafsızlık stratejilerini, realizm ve etik kuramları çerçevesinde değerlendirerek, ekonomik çıkarlar ile ahlaki sorumluluk arasındaki gerilimi eleştirel bir biçimde analiz etmektedir.

1. İnönü’den Erdoğan’a ABD ve İsrail ile Dış Ticaret, Savaş Stratejileri ve Etik Tartışmalar

Devletlerin dış politikadaki yönelimleri çoğu zaman resmi söylemlerden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. “Tarafsızlık” kavramı, özellikle savaş dönemlerinde ve uluslararası kriz anlarında, hem etik hem stratejik hem de ekonomik açıdan yeniden tanımlanma eğilimindedir. Bu durumun tarihsel örneklerinden biri, II. Dünya Savaşı döneminde Türkiye ve İsveç’in izlediği politikalar olmuştur. Her iki ülke de resmi olarak tarafsızlıklarını ilan etmiş, ancak pratikte savaşın büyük güçleriyle belirli düzeylerde ekonomik ve stratejik işbirlikleri yürütmüştür (Armaoğlu, 2005; Kent, 1996).

Türkiye’nin savaş süresince Almanya’ya krom ihraç etmesi, İsveç’in demir cevheri ve rulman üretimiyle Nazi Almanyası’na katkı sağlaması, “tarafsızlık” söyleminin sınırlarını ortaya koymuştur (Zürcher, 2010; Gilmour, 2011). Savaşın sonrasında bu durum, uluslararası ilişkiler literatüründe “ekonomik tarafsızlık” kavramının yeniden yorumlanmasına yol açmıştır. Türkiye örneğinde, bu politika hem savaş dışı kalma stratejisi hem de ekonomik zorunlulukların bir bileşimidir (Ahmad, 1993).

Günümüz jeopolitiğinde ise benzer tartışmalar, özellikle ABD ve İsrail ile ilişkiler bağlamında yeniden gündeme gelmiştir. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde, Batı blokuna eklemlenme sürecinde ABD ile kurduğu askeri, ekonomik ve diplomatik bağlar; ayrıca 1990’lardan itibaren İsrail ile geliştirdiği stratejik işbirlikleri, ülkenin dış politika yönelimlerinin etik sınırlarını yeniden gündeme taşımaktadır (Balcı, 2013; Altunışık, 2016). Bu ilişkiler, zaman zaman kamuoyunda “gizli ticaret” veya “örtülü işbirliği” tartışmalarına konu olmuş; özellikle Filistin meselesi bağlamında Türkiye’nin politik tutarlılığı tartışılmıştır.

2. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye ve İsveç’in “Tarafsız” Görünümleri

2.1. Türkiye’nin Krom İhracatı ve Almanya ile İlişkileri

Türkiye, II. Dünya Savaşı sürecinde resmi olarak tarafsız bir politika benimsemiş olsa da, savaşan devletlerle ekonomik ilişkilerini sürdürmüştür. En dikkat çekici örnek, 1940’lı yıllarda Almanya’ya yapılan krom ihracatıdır. Krom, zırh üretiminde ve silah sanayisinde kritik öneme sahip bir madde olduğundan, bu ticaret Türkiye’nin savaş dışı kalma stratejisine rağmen Almanya ile dolaylı bir bağlantı kurmasına yol açmıştır (Armaoğlu, 2005, s. 414).

Bu süreçte Türkiye, hem Almanya’nın ekonomik taleplerine hem de Müttefik Devletlerin baskılarına maruz kalmıştır. 1943 sonrasında Müttefiklerin artan diplomatik baskısı sonucunda Türkiye, Almanya’ya krom ihracatını kesmek zorunda kalmıştır (Kent, 1996). Ancak bu döneme kadar yapılan ticaret, Almanya’nın savaş gücünü kısmen desteklemiştir. Bu durum, Türkiye’nin tarafsızlık politikasının ekonomik ve diplomatik boyutlarını birlikte değerlendirmeyi gerektirir (Zürcher, 2010, s. 312).

Ekonomik çıkarlar, savaşın yıkıcı etkilerinden kaçınmak isteyen Türkiye açısından hayatiydi. Hükûmet, krom ticaretini yalnızca ekonomik kazanç olarak değil, aynı zamanda diplomatik manevra alanı yaratmanın bir yolu olarak da görmüştür. Böylece Türkiye, Almanya ve Müttefikler arasında “denge politikası” güderek, savaş dışı kalmayı başarmıştır. Bu tutum, kısa vadede devlet güvenliği açısından faydalı olsa da, uzun vadede etik ve tarihsel sorumluluk tartışmalarını beraberinde getirmiştir (Ahmad, 1993).

2.2. İsveç’in Demir ve Rulman Endüstrisi

İsveç de II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını koruyan ülkeler arasında yer almıştır. Ancak İsveç’in demir cevheri ihracatı, Nazi Almanyası’nın savaş ekonomisini desteklemiştir (Gilmour, 2011). İsveç’in yüksek kaliteli demir cevheri, Alman silah sanayisinin çelik üretiminde temel bir girdiydi. Bu durum, İsveç’in ekonomik bağımsızlığı ile etik sorumluluğu arasında bir çelişki yaratmıştır (Hansson, 2006).

İsveç ayrıca, Almanya’ya rulman, endüstriyel ekipman ve çeşitli mühendislik malzemeleri tedarik etmiştir. Bu tür ihracatlar, savaşın seyrini etkileyebilecek kadar önemliydi. Ancak İsveç hükûmeti, bu ticaretin tarafsızlık statüsünü zedelemediğini savunmuştur (Carlgren, 1993). İsveç’in dış politikası, büyük ölçüde kendi toprak bütünlüğünü ve iç ekonomik istikrarını koruma hedefiyle şekillenmiştir.

Bununla birlikte, savaş sonrası dönemde İsveç’in Nazi Almanyası ile sürdürdüğü ekonomik ilişkiler uluslararası düzeyde sert eleştirilere maruz kalmıştır. Özellikle 1945 sonrası Nuremberg Mahkemeleri bağlamında yapılan tartışmalarda, İsveç’in “aktif tarafsızlık” politikası ahlaki bir problem olarak görülmüştür (Hansson, 2006).

2.3. Tarafsızlığın Sınırları: Ekonomik Çıkar ve Politik Baskı

Türkiye ve İsveç’in savaş yıllarındaki tarafsızlık politikaları, devletlerin ekonomik çıkarları ile etik sorumlulukları arasındaki gerilimi göstermektedir. Her iki ülke de dış ticaret ilişkilerini sürdürerek ekonomik devamlılık sağlamış, ancak bu durum savaşan taraflardan biriyle dolaylı işbirliği anlamına gelmiştir (Zürcher, 2010; Gilmour, 2011).

Bu stratejik denge politikası, klasik realizm teorisinin öngörülerine uygundur: Devletler, hayatta kalmak için ahlaki kaygılardan ziyade güç ve güvenlik öncelikleriyle hareket ederler (Morgenthau, 1948). Türkiye’nin krom ihracatı da bu bağlamda değerlendirilebilir; tarafsızlık bir ideolojik tercih değil, jeopolitik bir zorunluluktu.

Ancak etik açıdan bakıldığında, bu tür politikaların “dolaylı sorumluluk” doğurabileceği tartışmalıdır. İsveç ve Türkiye örnekleri, uluslararası hukukta ekonomik işbirliğinin savaş suçlarına nasıl dolaylı katkıda bulunabileceğine dair erken örnekler sunar. Bu nedenle, bu iki ülkenin “tarafsızlık” kavramını yeniden değerlendirmeleri, modern dış politika analizlerinde önemli bir ders niteliği taşımaktadır.

2.4. İsveç’in Tarafsızlık Politikalarının Gelişimi ve Etik Tartışmalar

İsveç’in II. Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlığı, resmi söylem açısından oldukça net görünse de, pratikte “aktif tarafsızlık” olarak tanımlanan bir yaklaşımı yansıtmaktadır. İsveç, savaş boyunca Almanya’ya demir cevheri ve rulman gibi stratejik öneme sahip malzemeleri ihraç etmiş; bu malzemeler Nazi Almanyası’nın silah ve zırh üretiminde kritik rol oynamıştır (Hansson, 2006). Buna rağmen İsveç hükümeti, bu ticaretin tarafsızlık statüsünü ihlal etmediğini savunmuş ve büyük ölçüde iç ekonomik istikrar ile toprak bütünlüğünü koruma gerekçesiyle hareket etmiştir (Carlgren, 1993).

İsveç’in tarafsızlık anlayışı, savaş sonrası dönemde de tartışmalı olmuştur. 1945 sonrası yapılan uluslararası değerlendirmeler, İsveç’in ekonomik işbirliği yoluyla savaşın seyrine dolaylı katkıda bulunduğunu göstermiştir. Özellikle Nuremberg Mahkemeleri ve tarihsel analizler, İsveç’in tarafsızlık politikasının etik sınırlarını sorgulamıştır (Gilmour, 2011). Bu bağlamda İsveç, tarafsızlığını yalnızca diplomatik bir söylem olarak sürdürmekle kalmamış; aynı zamanda Batı bloğuna dolaylı destek vererek savaş sonrası Avrupa’nın ekonomik yeniden yapılanmasına katkıda bulunmuştur.

2.5. İsveç’in Soğuk Savaş ve Sonrası Politikaları

Soğuk Savaş döneminde İsveç, resmi olarak tarafsızlığını korumuş, ancak Batı Avrupa ile ekonomik ve kültürel ilişkilerini sürdürerek “aktif tarafsızlık” politikasını devam ettirmiştir. Bu yaklaşım, İsveç’in kendi güvenliğini sağlama ve Sovyetler Birliği ile dengeli ilişkiler kurma stratejisiyle uyumludur (Carlgren, 1993).

İsveç, NATO üyesi olmamakla birlikte, batılı ülkelerle istihbarat paylaşımı ve teknik işbirlikleri yoluyla dolaylı güvenlik bağlantıları kurmuştur. Bu durum, İsveç’in tarafsızlık söyleminin pratikte çok katmanlı ve esnek bir şekilde uygulandığını göstermektedir. Ek olarak İsveç, insan hakları ve uluslararası hukuk normlarını dış politikada öne çıkararak, etik bir tarafsızlık imajı oluşturma çabası içine girmiştir. Ancak, savaş yıllarındaki ekonomik işbirliği örnekleri göz önüne alındığında, söylem ile pratik arasındaki gerilim, İsveç’in tarihsel olarak da etik ikilemlerle karşı karşıya olduğunu göstermektedir (Hansson, 2006; Gilmour, 2011).

3. Soğuk Savaş ve Sonrası: Türkiye’nin ABD ve İsrail ile Stratejik Bağlantıları

3.1. İnönü Dönemi ve Batı Bloğuna Eklenme

İsmet İnönü dönemi, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlık politikasından Batı yanlısı bir güvenlik stratejisine geçiş yaptığı dönem olarak kabul edilir. 1945 sonrası dünya düzeni, iki kutuplu yapısıyla Türkiye’nin dış politikasını kökten değiştirmiştir (Hale, 2000). Sovyet tehdidi algısının artması, Türkiye’yi 1952’de NATO’ya üye olmaya yöneltmiş ve ABD ile askeri ilişkileri hızla güçlendirmiştir.

İnönü’nün temel amacı, Türkiye’nin Batı sistemine eklemlenmesi yoluyla güvenlik garantisi elde etmekti. ABD yardımları, özellikle Truman Doktrini (1947) ve Marshall Planı (1948) kapsamında, Türkiye ekonomisini ve ordusunu dönüştürmüştür (Armaoğlu, 2005). Ancak bu süreç, Türkiye’nin bağımsız dış politika alanını daraltmış; Batı’nın çıkarlarına uyumlu bir politika çizgisine yöneltmiştir.

İnönü döneminde, İsrail’in 1948’de kuruluşu sonrasında Türkiye, bölgedeki ilk Müslüman ülke olarak İsrail’i tanımıştır. Bu karar, Arap dünyasında tepkiyle karşılanmış; Türkiye’nin “Batı eksenli” kimliğinin somut bir göstergesi olmuştur (Altunışık, 2016). Bu dönemde İsrail ile sınırlı düzeyde diplomatik ilişki kurulsa da, Türkiye’nin Batı bloğuna dahil olma isteği bu tercihte belirleyici olmuştur.

3.2. 1990’lar: Türkiye–İsrail Askerî İşbirliği

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin dış politikası yeniden tanımlanmıştır. 1990’lar boyunca güvenlik öncelikleri, özellikle Orta Doğu’daki istikrarsızlık ve Kürt meselesi bağlamında şekillenmiştir. Bu dönemde İsrail ile kurulan ilişkiler, “stratejik işbirliği” kavramıyla ifade edilmiştir (Balcı, 2013).

1996 yılında imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması ile iki ülke arasındaki savunma ilişkileri resmiyet kazanmıştır. Bu anlaşma, hava kuvvetleri tatbikatlarını, istihbarat paylaşımını ve savunma teknolojisi transferini kapsamıştır (Inbar, 2001). Türk Hava Kuvvetleri pilotları, İsrail’de eğitim almış; iki ülke orduları Akdeniz’de ortak manevralar düzenlemiştir. Bu dönemde ABD, iki ülke arasındaki ilişkileri açık biçimde desteklemiştir (Stein, 2005).

Ancak bu işbirliği, Türkiye kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Özellikle Filistin meselesinde İsrail’in sert tutumu, İslam dünyasındaki kamuoyu tepkisini artırmıştır. Buna rağmen Türkiye, 1990’lar boyunca askeri işbirliğini sürdürmüştür. Bu durum, realizm teorisinin bir yansıması olarak yorumlanabilir: devletler, çıkarları doğrultusunda hareket eder; ideolojik veya ahlaki faktörler ikincil önemdedir (Morgenthau, 1948).

3.3. Erdoğan Dönemi: Söylem ve Pratik Arasındaki Çelişki

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde Türkiye, dış politikasında “çok boyutlu” bir yaklaşım benimsemiştir. Başlangıçta “komşularla sıfır sorun” doktrini (Davutoğlu, 2012) öne çıkmış, Türkiye’nin bölgesel diplomasi rolü güçlenmiştir. Ancak 2009 Davos Krizi (“One Minute” olayı) sonrasında Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemleri, ilişkilerde belirgin bir gerilime yol açmıştır.

Buna rağmen, ekonomik ilişkiler büyük ölçüde devam etmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2010–2020 yılları arasında Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmi yıllık ortalama 4 milyar dolar düzeyinde seyretmiştir (TÜİK, 2022). Bu durum, siyasi söylemle ekonomik pratik arasındaki farkı açıkça göstermektedir.

2020’lerin başında Gazze’deki operasyonlar sonrası Türkiye, İsrail’e yönelik bazı ticaret kısıtlamaları uygulamış; ancak bu kararlar genellikle sınırlı kalmıştır. 2024’te 54 ürün grubunda ihracat yasağı getirilmiştir (AP News, 2024). Yine de iki ülke arasındaki diplomatik temaslar kesilmemiştir (Wilson Center, 2024). Bu tablo, Erdoğan dönemi dış politikasının “duygusal söylem ve pragmatik uygulama” ikiliğini yansıtmaktadır.

4. Eleştirel Değerlendirme: Etik, Meşruiyet ve Sorumluluk

4.1. Gerçekçilik ve İdeoloji

Türkiye’nin dış politika pratiği, büyük ölçüde realizm teorisinin varsayımlarıyla uyumludur. Devletin temel amacı, varlığını sürdürmek ve güvenliğini sağlamaktır (Waltz, 1979). Bu nedenle hem II. Dünya Savaşı’nda Almanya ile ekonomik ilişkiler hem de Soğuk Savaş sonrası ABD–İsrail işbirlikleri, jeostratejik zorunluluklar çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Ancak bu yaklaşıma yöneltilen eleştiriler, etik sorumluluğun dış politikada göz ardı edilemeyeceğini vurgular. Uluslararası ilişkilerde “ahlaki realizm” yaklaşımı, devletlerin yalnızca çıkar değil, değer ve normlarla da hareket etmesi gerektiğini savunur (Frost, 1996). Türkiye örneğinde, söylem ile uygulama arasındaki fark, dış politikanın etik boyutunun zayıf kaldığını göstermektedir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin jeopolitik konumundan kaynaklanan baskılar realist açıdan anlaşılabilir olsa da, bu politikaların etik ve hukuki sınırları göz ardı edildiğinde, uluslararası itibara zarar verme riski ortaya çıkar.

4.2. Savaş Suçları, Soykırım ve Dolaylı Sorumluluk

ABD ve İsrail’in çeşitli uluslararası operasyonlarda işlediği iddia edilen savaş suçları, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini daha tartışmalı hâle getirmiştir. Özellikle Filistin’de sivillere yönelik saldırılar, uluslararası hukukta “insanlığa karşı suç” olarak değerlendirilebilecek eylemler kapsamında ele alınmıştır (Human Rights Watch, 2023).

Türkiye’nin bu süreçte ticari ve diplomatik bağlarını sürdürmesi, bazı akademisyenler tarafından “dolaylı meşrulaştırma” olarak yorumlanmıştır (Altunışık, 2016). Ancak devletlerin uluslararası hukukta üçüncü taraf olarak sorumluluğu oldukça sınırlıdır. Yine de etik açıdan, savaş suçlarıyla ilişkilendirilen devletlerle ticaret yürütmek, dış politika meşruiyeti açısından eleştirilebilir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin hem ABD hem İsrail ile ilişkilerini şeffaflık temelinde yürütmesi, uluslararası toplum nezdinde güven inşa etmesi açısından önemlidir. Tarihsel olarak Almanya ile yapılan krom ticareti örneği, ekonomik işbirliğinin etik sınırlarını göstermesi bakımından öğretici bir örnek olmaya devam etmektedir.

4.3. Alternatif Politikalar

Türkiye’nin dış politikasında etik meşruiyeti güçlendirmek için birkaç temel yönelim önerilebilir. İlk olarak, dış ticaret ve savunma işbirliği kararlarında insan hakları ve uluslararası hukuk kriterleri açık biçimde tanımlanmalıdır. İkinci olarak, bölgesel diplomasi güçlendirilerek ABD ve İsrail merkezli eksene bağımlılık azaltılabilir (Keyman, 2020).

Üçüncü olarak, Türkiye’nin Filistin politikası daha somut diplomatik girişimlerle desteklenebilir. Sembolik tepkiler veya ekonomik kısıtlamalar yerine, uluslararası arabuluculuk rolü üstlenmek, Türkiye’nin itibarını artırabilir. Bu yaklaşım, etik duyarlılığı jeopolitik rasyonaliteyle birleştiren “akılcı idealizm” anlayışıyla uyumludur (Davutoğlu, 2012).

Dolayısıyla, Türkiye’nin geçmişteki “tarafsızlık” politikalarından çıkaracağı ders, yalnızca savaş dışında kalmak değil; aynı zamanda barış inşasında aktif bir rol oynamak olmalıdır. Bu, hem tarihsel hem de güncel anlamda dış politikanın etik sorumluluğunu yeniden tanımlamak anlamına gelir.

4.4. Erdoğan Döneminde Etik İkirciklilik: Söylem-Pratik Çatışması ve Savaş Suçlarına Sessizlik

Recep Tayyip Erdoğan dönemi Türk dış politikasında, özellikle Orta Doğu bağlamında güçlü bir söylem–pratik ikiliği gözlemlenmektedir. Erdoğan, İsrail’in Filistin’de yürüttüğü askeri operasyonları birçok kez “insanlık suçu” olarak nitelendirmiş, Gazze’deki sivil kayıpları sert biçimde eleştirmiştir (BBC Türkçe, 2018). Ancak aynı dönemde Türkiye ile İsrail arasındaki ekonomik ve diplomatik ilişkilerin sürmesi, dış politikanın etik meşruiyeti konusunda çelişkiler doğurmuştur (Altunışık, 2016; TÜİK, 2022).

Erdoğan’ın politikaları, uluslararası ilişkiler literatüründe “etik pragmatizm” (ethical pragmatism) olarak tanımlanan bir yönelime denk düşmektedir. Bu yaklaşım, bir yandan ahlaki söylemleri ön plana çıkarırken, diğer yandan ekonomik ve stratejik çıkarları önceleyen eylemleri meşrulaştırma eğilimi taşır (Frost, 1996). Türkiye’nin, İsrail’e karşı sert diplomatik söylemler geliştirirken aynı anda serbest ticaret anlaşmalarını sürdürmesi, bu çelişkinin somut göstergesidir (Wilson Center, 2024).

Daha geniş ölçekte, ABD ve İsrail’in Irak, Suriye ve Filistin’de yürüttüğü operasyonlar uluslararası hukukta ciddi ihlaller olarak değerlendirilmiştir. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch, 2023) raporlarına göre, bu operasyonlar sırasında sivillerin hedef alınması, sivil altyapının yıkılması ve kitlesel yerinden edilme olayları “savaş suçu” veya “insanlığa karşı suç” tanımlarıyla örtüşmektedir. Buna rağmen Türkiye, NATO üyesi olmanın getirdiği diplomatik sınırlamalar nedeniyle ABD’nin askeri operasyonlarına yönelik güçlü bir tepki geliştirememiştir (Keyman, 2020).

Bu durum, Erdoğan yönetiminin uluslararası etik standartlar karşısında “seçici duyarlılık” sergilediği yönündeki eleştirileri güçlendirmektedir. Türkiye, Filistin meselesinde yüksek sesle konuşurken, ABD’nin Irak ve Suriye’deki askeri müdahalelerine karşı sessiz kalmış; bu tavır uluslararası kamuoyunda tutarsızlık olarak yorumlanmıştır. Eleştirmenler, bu yaklaşımı “ahlaki ikirciklilik” (moral ambivalence) olarak adlandırmakta; Türkiye’nin hem İslam dünyasına hem Batı’ya aynı anda mesaj verme stratejisinin, uzun vadede dış politika güvenilirliğini zedelediğini ileri sürmektedir (Keyman, 2020; Balcı, 2013).

Özetle, Erdoğan döneminde Türkiye’nin ABD ve İsrail’e yönelik politikası, söylem düzeyinde etik duyarlılıklar taşırken, pratik düzeyde realist çıkar hesaplarıyla yönlendirilmiştir. Bu ikili yapı, Türkiye’nin dış politikada “vicdani güç” olma iddiasını zayıflatmakta; savaş suçları karşısında sessiz kalınan durumların, Türkiye’nin bölgesel diplomatik rolünü sınırladığına işaret etmektedir.

4.5. İsveç’in Güncel Politikaları ve Türkiye ile Karşılaştırmalı Analiz

Günümüzde İsveç, özellikle AB ve NATO ilişkileri bağlamında tarafsızlık söylemini yeniden tanımlamaktadır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası güvenlik kaygılarının artmasıyla İsveç, tarihsel tarafsızlık politikasını esnetmiş ve NATO üyeliğine başvurarak Batı ile güvenlik bağlarını güçlendirmiştir (BBC News, 2022). Bu durum, İsveç’in geçmişteki “aktif tarafsızlık” politikasının bir evrimi olarak değerlendirilebilir: Ekonomik ve diplomatik bağımsızlığı korurken, güvenlik açısından Batı ile entegrasyon tercih edilmiştir.

Türkiye ile karşılaştırıldığında, İsveç’in güncel tarafsızlık yaklaşımı, söylem ve uygulama arasında daha tutarlı bir çizgi izlemektedir. Türkiye’de Erdoğan dönemi dış politikası, söylem ve pragmatik uygulama arasında belirgin bir çatışma göstermektedir; İsveç ise güvenlik ve etik sorumluluk alanında daha istikrarlı bir politika yürütmektedir. Bu bağlamda İsveç, geçmişte savaş sırasında yaptığı ekonomik işbirliklerinin tarihsel etik yükünü, güncel uluslararası normlara uyum sağlayarak dengelemeye çalışmaktadır.

Buna ek olarak İsveç, savaş suçları ve insan hakları ihlalleri karşısında Türkiye’ye kıyasla daha açık bir uluslararası tavır sergilemektedir. Örneğin, İsveç hükümeti Filistin ve diğer kriz bölgelerinde sivillerin korunmasını öncelikli politika olarak benimserken, Türkiye’nin ABD ve İsrail’in Irak, Suriye ve Filistin operasyonlarına yönelik tepkisi daha sınırlı ve pragmatik olmuştur (Human Rights Watch, 2023; Keyman, 2020). Bu durum, Türkiye ve İsveç’in tarafsızlık ve etik sorumluluk anlayışları arasındaki temel farkları ortaya koymaktadır.

5. Sonuç

Bu makale, Türkiye ve İsveç’in II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar süregelen “tarafsızlık” ve “işbirliği” politikalarını tarihsel ve analitik bir perspektifle incelemiştir. II. Dünya Savaşı’nda her iki ülke de resmi tarafsızlık söylemini sürdürürken, savaş ekonomisine ekonomik katkılarda bulunmuş; bu durum hem etik hem de stratejik açıdan sınırları tartışmaya açmıştır. Türkiye’nin krom ihracatı ve İsveç’in demir cevheri ile rulman ticareti, tarafsızlık söyleminin pratikte ne kadar esnek olabileceğini göstermektedir.

Soğuk Savaş ve sonrası dönemde Türkiye’nin ABD ve İsrail ile geliştirdiği stratejik ilişkiler, İsveç’in ise Batı bloğuna dolaylı entegrasyonu, tarafsızlık kavramının pragmatik bir biçimde evrildiğini ortaya koymaktadır. Erdoğan dönemi Türkiye’si, söylem ve uygulama arasındaki tutarsızlıkla öne çıkarken, İsveç güncel politikalarında söylem-pratik uyumunu korumaktadır. Bu karşılaştırmalı tablo, devletlerin jeopolitik çıkarlar ile etik sorumluluklar arasında sürekli bir denge arayışında olduğunu göstermektedir.

Tarihsel olarak hem Türkiye’nin hem de İsveç’in dış politikası, realizm temelli çıkar odaklı bir çizgide ilerlemiştir; ancak iki ülke de etik ve normatif sorumluluklar açısından zaman zaman eleştirilere açık olmuştur. Türkiye ve İsveç örnekleri, devletlerin “tarafsızlık” söylemi altında stratejik manevralar geliştirmesinin yanı sıra, etik ve diplomatik sorumlulukları nasıl dengelemeye çalıştığını anlamak açısından değerli birer model sunmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye ve İsveç’in dış politikalarının etik boyutunu güçlendirmesi, yalnızca uluslararası imaj açısından değil, uzun vadeli diplomatik istikrar ve bölgesel barış için de kritik öneme sahiptir. Her iki ülke de tarihsel olarak savaşlardan uzak kalma becerilerini, gelecekte barış ve güvenliğe aktif katkı sunacak şekilde dönüştürebilirse, tarafsızlık kavramı gerçek anlamını bulacaktır.

Kaynakça :

Morgenthau, H. J. (1948). Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace. Alfred A. Knopf.

Ahmad, F. (1993). The Making of Modern Turkey. Routledge.

Carlgren, W. M. (1993). Swedish Foreign Policy during the Second World War. Almqvist & Wiksell.

Kent, M. (1996). The United States and Turkey: Into the Twenty-First Century. Routledge.

Frost, M. (1996). Ethics in International Relations: A Constitutive Theory. Cambridge University Press.

Armaoğlu, F. (2005). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914–1995). Alkım Yayınları.

Hansson, S. (2006). Neutrality and morality: Sweden’s trade with Nazi Germany. Scandinavian Journal of History, 31(2), 121–144.

Stein, E. (2005). U.S. Mediation in the Turkish–Israeli Partnership. Middle East Review, 9(3), 24–41.

Hale, W. (2000). Turkish Foreign Policy: 1774–2000. Frank Cass.

Gilmour, J. (2011). Sweden, the Swastika and Stalin: The Swedish Experience in the Second World War. Edinburgh University Press.

Davutoğlu, A. (2012). Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. Küre Yayınları.

Balcı, A. (2013). Turkey’s Foreign Policy in the 1990s: A realist transformation. Journal of Strategic Studies, 36(4), 553–578.

Altunışık, M. B. (2016). Turkey and Israel: From Cooperation to Conflict. Insight Turkey, 18(2), 45–67.

Keyman, E. F. (2020). Rethinking Turkey’s Foreign Policy: The Ethics of Pragmatism. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 17(67), 5–27.

Human Rights Watch. (2023). Israel/Palestine: Gaza Civilians Under Fire. Retrieved from https://www.hrw.org/

TÜİK. (2022). Dış Ticaret İstatistikleri Raporu 2010–2020. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu.

Zürcher, E. J. (2010). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İletişim Yayınları.

Wilson Center. (2024). Turkey-Israel Relations after October 7: Layers of Complexity and Posturing. Retrieved from https://www.wilsoncenter.org/article/turkey-israel-relations

AP News. (2024, April 9). Turkey halts exports to Israel amid Gaza war tensions. Retrieved from https://apnews.com/article/93c3540c089778c5b53712d2cc36f214

Inbar, E. (2001). The Israeli-Turkish Entente. Survival, 43(2), 115–133.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir