Oslo, 7 Ekim 2025
“Atatürkçülüğün Evcil Hali”
Bugün Atatürkçülük, bir mücadele ideolojisi olmaktan çıkıp bir aksesuar markasına dönüştü.
Bir tişörtün üstündeki siluet, bir rakı bardağındaki motif, bir 10 Kasım paylaşımı…
Yani cesaretten çok nostaljinin konforu.
Oysa Atatürkçülük, mücadelesiz yaşanacak bir fikir değil, bedel ödemeden taşınacak bir kimlik hiç değil.
Ama bugünün Atatürkçüsü çoğu zaman sistemin en güvenli köşesinde, “hiçbir şeye dokunmadan” Atatürkçü kalmanın yolunu buldu.
Sanki Atatürk’ün en büyük devrimi, “hiçbir şey yapmadan ilerlemek”miş gibi davranıyoruz.
Bir zamanlar emperyalizme kafa tutan bir ideolojinin torunlarıyız; şimdi wifi’siz kalınca öfkelenen bir nesil olduk.
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” dediği insan tipi; bugün fikir üretmeyen, vicdanını sessizliğe gömen, irfanını ise popüler kültürle dolduran bir forma büründü.
Ve buna “modern Atatürkçülük” diyoruz.
Halbuki bu hal, modernlik değil, konforla maskelenmiş korkudur.
Sembol ve Cesaret Arasındaki Uçurum
Bugün Türkiye’de Atatürkçülük, en çok korkakların sığındığı güvenli bir etiket hâline geldi.
Tepesindeki resmi değiştiremeyen, ama o resim üzerinden sosyal statü kuran bir kitle var.
Onlar için Atatürkçülük, bir kimlik sigortası: “Ben de kötülerden değilim.”
Peki sonra? Hiçbir şey.
Çünkü onlar Atatürk’ü sever ama Atatürk gibi olmayı göze alamaz.
Atatürk’ün hayatı, riskin ta kendisidir.
Samsun’a çıkarken kimse “arkandayız paşam” demedi; hatta birçoğu korkudan uzaklaştı.
Bugünün Atatürkçüsü ise “like”sız kalma korkusundan daha büyük bir cesaret testi veremiyor.
“Ne derler?” korkusu, “Ne olur?” kaygısından daha büyük olmuş.
Atatürk’ün devrimciliği, gözü karalığı, sorgulama hırsı ve hepsi, bugünün klimalı salon entelektüellerinin ağzında içi boş birer slogan artık.
Birçoğu Atatürk’ü, kendi tembelliğini meşrulaştırmak için kullanıyor.
Oysa Atatürk, hareketin, değişimin, sorgulamanın sembolüydü.
Bugünün Atatürkçüsü ise; bir elinde kahvesi, diğerinde Cumhuriyet gazetesiyle, sanki ülke o gazete manşetleriyle kurtulacakmış gibi davranıyor.
Yani kitap okumakla kurtarıcı olunacağını sanan bir kuşak.
Atatürk’ün “fikri hür” dediği insanlar, şimdi “fikri yorgun.”
Ve belki de en tehlikelisi, bu halden memnunlar.
Bir zamanlar rejimi dönüştüren bir düşünce, bugün rejimi süsleyen bir duvar kağıdına dönüşmüşse, orada düşünce değil konfor hüküm sürüyordur.
Bugünün Atatürkçüsü, Atatürk’ün arkasına saklanıp, onu siper alıyor.
Ama Atatürk hiçbir zaman kimsenin siperiydi; o her zaman ön cephedeydi.
Bizimkiler ise cepheden çok “temsil yetkisini” seviyor.
Atatürk’ün ismini yaşatmak için değil, kendi korkusunu gizlemek için anıyorlar.
Mücadele Kaçakları ve Rahat Atatürkçüler
Atatürkçülük bugün, sistemin en güvenli muhalefet alanı hâline geldi.
Kimseyi rahatsız etmeyen, iktidar tarafından bile “zararsız” bulunan bir tür kültürel vitrin süsü.
Böylece herkes “Atatürkçü” olabiliyor, çünkü artık kimseye dokunmuyor, kimsenin çıkarını tehdit etmiyor.
Oysa Atatürkçülük, doğası gereği rahatsız etmek zorunda bir düşüncedir.
Bir Atatürkçü, konforu değil sarsıntıyı sever.
Ama biz konforun kutsalına dönüştük: evde, ofiste, sosyal medyada.
Bir kısım “rahat Atatürkçü”, aslında hiçbir risk almadan devrimcilik oynayan bir sahne sanatçısı gibidir.
Sosyal medyada paylaşım yapar, 10 Kasım’da duygusal cümleler yazar, bir marş paylaşır ve görev tamam.
Kendini vicdanen temize çıkarır.
Ertesi sabah aynı düzenin içinde, aynı sessizlikte yaşamaya devam eder.
Çünkü “gerçek mücadele” terletir.
Ve terlemek, bugünün Atatürkçüsü için fazla “halk işi.”
Mücadele kaçaklığı, bizde bir tür entelektüel statü göstergesi hâline geldi.
Sokakta eylem yapmaz, örgütlenmez, risk almaz ama tartışmada herkesin üstüne çıkar.
Sanki Atatürk, Twitter’da “trend topic” olmayı hedeflemişti.
Bu sahte kahramanlık hâli, Atatürk’ün ideallerine yapılabilecek en zararlı ihanettir.
Çünkü düşmanla savaşan değil, fikirle savaşmaktan korkan bir Atatürkçü tipi yaratır.
Ve asıl trajedi şudur:
Bu ülkenin gerçek yurtseverleri, bedel ödeyenleri, hapse düşenleri, dışlananları , “fazla sivri” diye yalnız bırakılır.
Ama onların yerine, koltuğunda rahat oturan “kibar Atatürkçüler” alkışlanır.
Oysa Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, kibar korkaklar için değil, korkusuz devrimciler içindi.
Ne yazık ki bugün, Atatürk’ü seven çok, ama Atatürk gibi davranan yok.
Günümüzdeki Dünyadan Dersler: Nepal, Bangladeş, Kenya, Madagaskar
Dünyanın bazı ülkeleri, bizden daha fakir ama bizden daha onurlu bir direniş hafızasına sahip.
Nepal’de halk, yoksulluk içinde monarşiyi devirdi; Kenya’da sömürgeciliğe karşı örgütlü köylüler, hiçbir “ulusal vizyon belgesi” olmadan ayağa kalktı.
Madagaskar’da öğretmenler ve öğrenciler, bir sömürge valisine “yeter artık” dediklerinde, ellerinde ne tweet ne de sponsorlu medya vardı.
Bangladeş’te kadınlar, açlıktan bayılırken bile direnişi bırakmadı.
Bizde ise Atatürkçülük, “bu ülkede zaten devrim yapılmıştı” bahanesine sığınıyor.
Evet, Atatürk devrim yaptı.
Ama sen ne yaptın?
O devrimin mirasını süs mü yaptın, yoksa sürdürdün mü?
Nepal’de halk elinde taşla iktidara yürüdü,
bizde Atatürkçü elinde telefonla “bu ülke nereye gidiyor” diye mızmızlanıyor.
Bangladeş’te yoksullar, çocuklarının geleceği için bedel ödedi;
bizde “kariyerim zarar görür” diyen konforlu devrimciler var.
Kenya’da köylüler sömürgeciyi köyden kovarken,
bizde üniversite mezunları sömürgeci zihniyete “aman bana dokunmasın” diyor.
Kendine “Atatürkçü” diyen kitle, artık Atatürk gibi değil, sanki bir tür “Atatürk müzesinin görevlisi” gibi davranıyor.
Tozu siler, ama hiçbir şeye dokunmaz.
Oysa Atatürk yaşasaydı, belki de bu düzenin yarısını yerle bir ederdi.
Bugünün “korumacı Atatürkçüleri”, aslında Atatürk’ü koruma bahanesiyle onun devrimci ruhunu donduruyor.
Madagaskar’da halk açken bile direniyor;
bizde “maaşım yatar mı” kaygısı, her devrimci niyeti boğuyor.
İşte bu yüzden, Nepal’in köylüsü bizden daha devrimcidir.
Çünkü o, korkunun üstüne yürür;
biz ise korkuyu “akıllılık” diye pazarlıyoruz.
Atatürkçülük, akıllı olmak değil; cesur olmaktır.
Korkudan akıllı davrananların ülkesi, sonunda akılsızca teslim olur.
Ergün Poyrazlar, Orkun Özeller ve Bedel Ödemek
Bugün “Atatürkçülük” kelimesini ağzına alıp hiçbir bedel ödemeden konuşmak mümkün.
Oysa gerçek Atatürkçülük, bedel ödemekle başlar.
Ergün Poyraz, kitap yazdığı için cezaevine atıldığında;
sözüm ona Atatürkçülerden kaç tanesi sesini yükseltti?
Kaçı “fikir suç değildir” dedi, kaçı o karanlık dönemde dayanışma gösterdi?
Çoğu sessiz kaldı, çünkü “fazla tehlikeli”ydi.
Onlar için Atatürkçülük, her şeyden önce güvenli bir fikir olmalıydı.
Orkun Özeller, düşüncesini açıkça savunduğu için işinden edildiğinde,
“modern Atatürkçüler” hangi dayanışmayı gösterdi?
Hiç. Çünkü onların Atatürkçülüğü, sosyal medyada yazıldığı kadar sürebilen bir mevsimlik ideolojidir.
Bedel ödeyen Atatürkçü, yalnız kalmaya mahkûm edilmiştir;
çünkü rahat Atatürkçüler, onun aynasında kendi korkaklığını görür.
Bu ülkede bedel ödemek, suç gibi görülüyor.
Oysa Atatürk’ün bütün yaşamı bir bedel defteridir.
Rahatını bozdu, arkadaşlarını kaybetti, yalnızlaştı, iftiralarla yaşadı — ama sustu mu? Hayır.
Bugün “laiklik elden gidiyor” diye konuşanların çoğu,
bir resmi dilekçeye “laiklik” kelimesini yazmaya cesaret edemiyor.
Atatürkçülük, salon toplantılarında değil; korkunun içinden geçerken belli olur.
Ve evet, bugünün Atatürkçüleri korkuyor.
Ama daha kötüsü: korkularını akıl, strateji, olgunluk gibi süslerle meşrulaştırıyorlar.
Sanki korkaklık, entelektüel bir erdemmiş gibi.
Oysa tarih, cesurları hatırlar; stratejiyle kendini saklayanları değil.
Ergün Poyraz’ın hücresinde, Orkun Özeller’in yalnızlığında;
Atatürk’ün devrimci ruhu hâlâ nefes alıyor.
Ama televizyon ekranlarında, talk-show masalarında,
klimalı dernek toplantılarında Atatürkçülük çoktan ölmüş durumda.
Atatürkçülüğün Korkaklaştırılması: Devletin Evcil Muhalefeti
Atatürkçülük bugün, “devletin onaylı muhalefeti” hâline geldi.
Sistemi eleştirmek istiyorsan ama fazla da ileri gitmek istemiyorsan, en güvenli yer burası: “Ben Atatürkçüyüm.”
Bu cümle hem sana bir kimlik kazandırıyor hem de seni koruyor, çünkü iktidar bile bu tür Atatürkçülüğü tehlikeli bulmuyor.
Zira korkutucu değil, dekoratif.
Devletin hoşuna giden Atatürkçü tipi, eleştirir ama değiştirmez; söylenir ama sokağa inmez.
Bir nevi kontrollü muhalefet cihazı.
Kapatma tuşu devlette, sesi medyada, vicdanı da yorgun bir nesilde.
Bu “evcil Atatürkçülük”, devrimciliği törpülenmiş, halktan kopmuş, bürokratik bir vitrindir artık.
Söylem çok, eylem sıfır.
Atatürk’ün “hâkimiyet milletindir” cümlesi, onların ağzında “hâkimiyet sep sessizliktedir”e dönüşmüş durumda.
Bu tip Atatürkçüler genelde yüksek tavanlı salonlarda toplanır.
Kürsüde konuşmalar yapılır, klasik müzik eşliğinde çaylar içilir, sonra herkes birbirini över.
Kimse sormaz: “Bugün neyi değiştirdik?”
Çünkü değişim risklidir, risk ise kadroya zarar verir.
Devletin memuru, kurumun temsilcisi, partinin delegesi olmuştur Atatürkçü, ama hiçbir zaman halkın yüreği olmamıştır.
Ve böylece Atatürkçülük, rejimin en iyi makyaj malzemesi hâline gelir.
İktidar değişir, düzen kalır; ama her dönemde “Atatürk sevgisi” üzerinden bir meşruiyet devşirilir.
Bu sevgiden korkmuyorlar, çünkü o sevgi artık dişsiz.
Köpek havlamıyor, sadece süs köpeği gibi tüy döküyor.
Gerçek Atatürkçülük ise ; dişini gösteren, gerektiğinde ısırabilen bir inançtır.
Bugün o dişleri törpüleyen, bizzat korkaktır.
Yeni Kuşak ve Sahte Cesaret
Yeni kuşak, Atatürkçülüğü miras değil, marka olarak aldı.
Atatürk tişörtü, Atatürk dövmesi, Atatürk profil resmi…
Ama hepsi aynı amaca hizmet ediyor: görünmek, ama hissetmemek.
Çünkü hissetmek, bir sorumluluk getirir.
Ve sorumluluk, korkutucudur.
Oysa sosyal medya çağı, korkaklara kahramanlık hissi veren bir illüzyon kurdu.
Bir “paylaş” butonuyla tarih yazdığını sanan bir kuşak oluştu.
Klavye başında aslan, sokakta kedi.
Yeni kuşak Atatürkçü, genelde üç şeyden korkar:
1. İşini kaybetmekten.
2. Linç edilmekten.
3. Gerçekten bir şey yapmaktan.
Ama en çok da dördüncüsünden korkar: yanlış anlaşılmaktan.
Bu yüzden “ben Atatürkçüyüm ama…” diye başlayan cümleler kurarlar.
Ama Atatürk “ama” diyenlerin lideri değildi.
O, “gerekirse ölürüz” diyenlerin lideriydi.
Bugünün gençliği ise “gerekirse tweet atarız” noktasında takılı kaldı.
Sahte cesaret, toplumun en bulaşıcı hastalığı oldu.
Bir gün devrimci, ertesi gün moda sever;
bir gün laik, ertesi gün popüler.
Bu tutarsızlık, Atatürkçülüğü fikir olmaktan çıkarıp aksesuar ideolojiye dönüştürdü.
Sanki bir playlist gibi: canı isterse açıyor, canı isterse siliyor.
Oysa Atatürkçülük, bir günde giyilip ertesi gün çıkarılacak bir tişört değildir.
O, iliklerine işleyen bir yaşam biçimi, bir duruş, bir bedel felsefesidir.
Bugün o duruş yok.
Yerine filtrelenmiş, algoritma dostu, sponsorlu cesaret geldi.
Sokağa çıkmadan devrimci, risk almadan muhalif, eyleme girmeden kahraman olunacağına inanan bir “konfor kuşağı” var.
Ve bu kuşak, kendini akıllı sanıyor.
Oysa akıllı değil, sadece alışverişe açık.
Atatürkçülüğü de tüketim malzemesi gibi kullanıyor:
Yeni model çıktı mı, eskisini unutuyor.
Gerçek Atatürkçü, moda değil; karar insanıdır.
Bugünün kuşağı ise, karar verememekle övünüyor.
Cesaret, “görünürlük” sanılıyor, oysa cesaret, görünmeden bile direnebilmektir.
Atatürkçülüğün Ruhu: Cesaret, Sorgulama ve Devrimcilik
Atatürkçülük, bir “koruma ideolojisi” değil, bir dönüştürme pratiğidir.
O, var olanı muhafaza etmez; eskimiş olanı yıkar, yerine yenisini koyar.
Ama biz yıllardır Atatürkçülüğü, “mevcut düzenin tapusu” gibi okuyoruz.
Oysa Atatürk’ün en büyük mirası, değişim iradesidir.
Atatürkçülük, sadece laiklik ya da cumhuriyet değildir;
sorgulama kültürüdür, eleştirel akıldır, cesarettir.
Bugün birçoğumuz Atatürk’ü sever ama onun en sevmediği şeyi yaparız:
sorgulamadan itaat ederiz.
Oysa o, sorgulayan bir halk istedi; emir alan değil, düşünen bir millet.
“Beni görmek demek, yüzümü görmek değildir. Fikirlerimi, duygularımı anlamaktır.”
Ama biz onun yüzünü ezberledik, fikrini unuttuk.
Atatürk’ün devrimciliği, sadece “harf devrimi” ya da “şapka devrimi” değildir.
Asıl devrim, zihinsel bir özgürlük devrimidir.
O, “nasıl yaşanmalı?” sorusuna değil, “nasıl düşünülmeli?” sorusuna cevap aradı.
Bugün bizim Atatürkçülüğümüz ise düşünmeyi değil, tekrarı seviyor.
Her 10 Kasım’da aynı sözler, aynı gözyaşları, aynı törenler.
Ama o törenlerin arkasında ne var?
Hiçbir şey.
Çünkü cesaret törenle değil, eylemle ölçülür.
Gerçek Atatürkçü, korktuğu hâlde yürüyendir.
Cesaret, korkunun yokluğu değil, ona rağmen adım atmaktır.
Atatürk bunu yaptı.
Biz ise korkuyu hayat felsefesi yaptık.
Artık Atatürk’ün ruhu, resmi kurumların koridorlarında değil,
gerçekten düşünen, üretmek isteyen, memleketi için taşın altına elini koyan her vicdanda yaşıyor.
Yani belki azaldık, ama hâlâ varız.
Ve mesele çok olmak değil, doğru olmak.
Çözüm: Korku Postunu Atmak
Atatürkçülük yeniden doğacaksa, bu doğum sancısız olmayacak.
Çünkü önce korkudan, ataletten, alışkanlıklardan, statü bağımlılığından kurtulmak zorundayız.
Bugünün Atatürkçüsü için en büyük devrim, kendine dürüst olmaktır.
“Sahi ben neyi savunuyorum? Neyi değiştiriyorum? Hangi bedeli ödemeye razıyım?”
Bu üç soruya içten yanıt veremeyen kimse Atatürkçü değildir, olsa olsa nostaljik turisttir.
Ne Yapmalı?
1. Korkuyu normalleştirmeyi bırak.
Korkmak insanidir ama onunla yaşamayı erdem saymak ihanettir.
Cesaret bulaşıcıdır, biri başlarsa, bin kişi izler.
Başlayacak o biri sensin.
2. Örgütlen.
Atatürkçülük bireysel değil, kolektif bir karakterdir.
Dernek değil, fikir örgütü ol.
Sosyal medya değil, sokakla bağ kur.
Halkın sorunlarını konuş, onların dilini öğren.
Çünkü halksız Atatürkçülük, kitapsız bir kütüphane gibidir.
3. Bilgiyle donan.
Atatürk, bilgiye tapardı.
Onun devrimleri, cehalete savaş ilanıydı.
Bugünün Atatürkçüsü, artık sadece geçmişi değil, geleceği de okumalı.
Bilgiyle donanmak, devrimciliğin yeni cephesidir.
4. Vicdanını diri tut.
Laiklik, adalet, eşitlik , bunlar sadece anayasa maddesi değil, ahlaki sorumluluktur.
Adaletin olmadığı yerde Atatürkçülük sadece süs olur.
5. Eylemden korkma.
Çünkü fikir, eylemsiz kaldığında sadece süs cümlesidir.
Atatürk’ün yaptığı en büyük fark buydu: düşündü, sonra yaptı.
Bizim de yeniden yapan Atatürkçüler olmamız gerekiyor.
Ve en önemlisi: Koyun postunu at.
Sessiz, ürkek, korkuyla “idare eden” biri olma.
Atatürk seni öyle istemezdi.
O, “idare eden” değil, “yöneten” bir halk istedi.
Bugün Atatürkçülük o postu yırtmakla başlayacak: korkudan, tembellikten, konfordan, suskunluktan.
Sonuç: Konfor Alanından Devrim Alanına
Atatürkçülük, yeniden devrimci olmak zorunda.
Bu ülkenin artık anıların gölgesinde yaşayan kahramanlara değil,
bugünün karanlığına ışık tutacak cesur akıllara ihtiyacı var.
Rakı masasında, paylaşım ekranında, tören kürsüsünde değil;
tarlada, okulda, fabrikada, yoksul mahallede doğan bir Atatürkçülük.
Gerçek Atatürkçülük, sistemin değil halkın yüreğinde yeniden filizlenmeli.
Atatürkçü demek, mert insan demektir.
Korkunun üzerine yürüyen, yanlışa “yanlış” diyebilen,
ahlakla, akılla, bilimle savaşan değil, onlarla yaşayan insan demektir.
Bugün bu ülkenin Atatürkçülüğü yeniden tanımlamaya, yeniden üretmeye, yeniden yakmaya ihtiyacı var.
Ve bu yeniden doğuş, bir kişiyle değil, bir cesaret zinciriyle olur.
Kendini sorgulayan her birey, bu zincirin halkasıdır.
Bir kişi korkmazsa, diğerleri de korkmaz.
O zincir bir kez birleşti mi, o zaman Atatürkçülük yeniden devrim alanına döner.
Bunun için;koyun postunu atmak Atatürk gibi olmak, evcil değil, devrimci olmak lazım.
Çünkü Atatürkçülük, mücadelesiz bir yaşam değil,mücadeleyle anlam kazanan bir varoluştur.
Ve o varoluş, hâlâ bizi bekliyor:
Sorgulayan, cesur, örgütlü, halkçı, laik, devrimci, ahlaklı, cesur, fedakar insanlar gibi insanlar olmayı.
Yani Atatürk’ün halkı olmayı. Atatürk gibi Türk’ün ve tüm insanlığın neferi ve önderi olmayı….gerektiriyor …
Varmısınız..???