28 Ağustos 2025
Kopenhag, 24 Ağustos – Louisiana Müzesi’nde söyleşi ve konser için Danimarka’ya gelen, Türkiye’nin çok yönlü sanatçısı Zülfü Livaneli ile sanat, edebiyat ve hayat üzerine keyifli bir röportaj yapma fırsatını bana sunan Livaneli’ye teşekkür ederim. Müziğine, kitaplarına ve gazete yazılarına hayran olduğum; büyük usta, kültür elçisi ve idolüm olan bu çok yönlü sanatçıyla sohbet etmek, hayatımın en mutlu anlarından biri oldu.

Tülay Çetinkaya Saraçoğlu (TÇS): Sayın Livaneli, Kopenhag’a hoş geldiniz.
Zülfü Livaneli (ZL): Hoş bulduk. Bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
TÇS: Dediğim gibi, siz benim idolümsünüz. O kadar çok yönlüsünüz ki… Müzik, edebiyat, siyaset, gazetecilik, kültür, barış elçiliği… Sadece şunu sormak istiyorum: Böylesine insancıl ve üretken bir şekilde her şeyi bir araya getirmeyi nasıl başardınız?
ZL: Bu röportaj için ben de size teşekkür ederim. Danimarka’ya gelip böyle güzel insanlarla, gazetecilerle karşılaşmak ve konuk edilmek çok güzel bir şey. Öncelikle bunun için teşekkür ederim. Bu, aslında bana çok sorulan bir soru. Tahmin ettiğiniz gibi, bu saydığınız mesleklerden bazılarını yapmadım. Mesela, gazetecilik yapmadım. Gazeteye makale yazdım.
TÇS: Hala yazıyorsunuz.
ZL: Evet, ama bu gazetecilik değil. Siyasetçilik de pek yapmadım. Bir dönem parlamentoda bulundum, bir seçime katıldım ve sonra bu işin bana göre olmadığını anladım, ayrıldım. Ama aktivist olarak devam ediyorum. Hayattaki bütün motivasyonum şu cümlemdir: ” Tek pusulam vicdandır. ” Çocuk yaşlarımdan itibaren. Vicdan meselesi öyle bir şey ki, insanı empatiye götürüyor. Empati de insanı insan yapan bir şey. Yani sadece bir insanın değil, bütün canlıların, hayvanların acısını anlayabiliyor ve yakınlık duyabiliyorsan insan oluyorsun. Benim inancım bu. İçten gelen bir duyguyla, çocukluğumdan beri hep ezilenlerin yanında olmaya gayret ettim.
Oysa çok tanınmış bir aileden geliyorum. Hukuk alanında köklü bir ailem var. Büyük dedelerim Osmanlı subayı, dedem hâkim, babam Yargıtay başkanıydı. Amcalarım da hukukta çok söz sahibi insanlar. Ama Altan Öymen, Uğur Mumcu ve Erdal Öz‘ün dediğine göre, bizim soyadıyla hapse giren ilk insan olmayı başarmışım. O dönemde okuyan, yazan herkese karşıydılar ve uydurma suçlamalar yapıyorlardı. Türkiye’de her zaman böyle oldu, hâlâ da devam ediyor. Biz Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmemesi için imza topluyorduk. Bu imza kampanyasını yürüten herkesi içeri aldılar. Tuhaf suçlamalar vardı. O sırada Sofya’ya bir uçak kaçırılmıştı, bizi de uçak kaçırmakla suçladılar. Askeri savcı bana “Nasıl kaçırdınız?” diye sorunca, ben de “Yetişemedim, kaçırdım,” dedim. İnsan hakları ihlalleri karşısında duyduğum infiali, tepkiyi çeşitli şekillerle ve farklı mecralarla dile getirmek istedim. Beni farklı dallarda üretim yapmaya iten şey budur. Hepsinin bir amacı var çünkü. Bir prizmanın değişik yüzleri gibi. O yüzü de, bu yüzü de değişik ama hepsi aynı prizmaya ait.
Profesyonel müzisyen olmaya niyetim yoktu. Ama dediğim gibi, 68 kuşağını perişan ettiler. Arkadaşlarımı idam ettiler, öğrencileri. Sinan’ı vurdular. Ben de hapisteydim. Sonra çıktım, İsveç’e geldim ve “Bunlar unutulmasın,” dedim, onlar adına şarkılar yaptım.

TÇS: İsveç’teki sürgün yıllarınızdan bahsedelim. İsveç’e nasıl geldiniz?
ZL: İsveç’e sahte pasaportla, Mehmet Yılmaz Basmacı adını kullanarak geldim. Şimdiki pasaportlar daha akıllı. O zaman resim değiştirmek yetiyordu. O sürgün yıllarında, arkadaşlarım unutulmasın diye bir albüm yaptım. Bir “long-play” kaydettim. Stockholm’de kaydettik, ve Belçika’da yayınlandı. Hükûmet hemen bu albümün ülkeye girmesini yasakladı. Yani hem çocukları idam ediyorlar hem de adlarının anılmasını istemiyorlardı. Ama bizim Avrupadaki emekçilerimiz kaçak kasetlerle albümü dağıttı ve milyonlarca kişiye yayıldı. Cuntaya karşı direnişin sesi oldu. Sonra müzik beni bırakmadı. Çocukluğumdan beri kitaplarla ilgiliydim, hiç müzisyen olmaya niyetim yoktu. Amatör olarak kalacaktım ama kalamadım.
TÇS: Sayın Livaneli, bir de sizin sosyal çevrenizde saz çalınmazdı… Okuğunuz okul, o kuşak, dinlenen müzikler… Herkesin Elvis Presley dinlediği bir dönemde siz saz çalıyorsunuz.
ZL: Biliyorsunuz şehirlerde saz sevilmezdi. Şimdi böyle çok popüler hale getirdik. O zamanlar bağlama bile çalınmıyordu, elektrosaz yaygındı. Alevi sanatçılar bile modaya uyuyordu. bırakmıştı. Ama ben onu geleneksel bağlama düzenini keşfedince onunla albümler yapmaya başladım. Bu çok değişik geldi insanlara. Çünkü gitar gibi arpej yapıp akor basıyorsunuz. Bir de orkestralara ve çok sesliliğe çok uygun bir enstrüman. Bu şekilde gelişti gitti. Şu anda çok arkadaşımız var bu tarzda çalışan. Ben memnunum.
TÇS: Sayın Livaneli, bir de sizin müzikteki kültür elçiliğiniz var. Yunanistan’la dostluk konserleriniz oldu. Orada ona “Mickey Mouse” diyorlardı değil mi?
ZL: Yok, yok, Mikis Theodorakis.
TÇS: Yunanistanda milliyetçiler ona, sizinle konser verdiği için “Mickey Mouse” diyorlardı.
ZL: hiçbir yerdeki nasyonalistleri sevmem. Biz, başta “enter”i olan enternasyonalistleri severiz.

TÇS: Bu konserler, birlikte konser verme fikri nasıl oluştu?
ZL: Ben Stockholm’deydim. Birinci albümü yaptım, sonra ikinciyi istediler, onu da yaptım. Üçüncüsü için Türkiye’de çok büyük talep vardı. Orada kaydedip gönderiyordum. Sonra duydum ki Yunanistan’ın büyük şarkıcısı Maria Farandouri, benim şarkılarımı söylüyormuş. Tanışmamıştık ama albümlerden duymuştu. Sonra 78-79 yıllarında tanıştık. Önce İstanbul’da, sonra Atina’da konserler verdik. Ardından Mikis Theodorakis ile de bir araya geldik. Şimdi bütün Yunan sanatçılar şarkılarımı söylüyor: Dalaras, Aleksiu, hepsi… Bu çok hoş bir şey. Yunanistan’la bizim ortak kültür köklerimiz var. Bu çok önemli. En doğal ilişki kurabildiğimiz ülkelerden biri Yunanistan. Din farkı olmasına rağmen… Mesela, Ortadoğu’yla, Araplarla ilişkilerimiz zayıftır. Maalesef çok bilmeyiz. Yaşayışımız da çok farklı. Ama Yunanlarla özellikle Batı bölgelerinde çok yakınız. 500 yıl beraber yaşamışız. Hangi hanedanlığın, hangi krallığın altında yaşadığımız da o kadar önemli değil. Biz halkız. O yüzden orada yaptığımız işler karşılık buluyor. Kitaplarım da orada çok seviliyor. Arada ihtilaf olsa bile, kardeşler birbiriyle kavga edebilir. Yabancılar tanımaz, etmez. Bizim İskandinavya’yla, İngiltere’yle ya da Amerika’yla olan ilişkilerimiz böyle. Biz onlarla kardeş değiliz. Geçmişimiz yok o bakımdan. Kültür alışverişimiz olmamış. Ama Yunanlarla yüzlerce yıl birlikte yaşamışız. Hatta hangisi kimin belli değil. O bakımdan Yunanistan benim ikinci ülkem gibidir. Onlar beni çok sever, ben onları çok severim.
TÇS: Bir süre önce Yunanistan’dan bir öğrenci kız gelmiş. Kopenhag’da DTU’da yüksek lisans yaparken iki sene bende kaldı. “Baklava benim mi, senin mi?” demeyelim, “bizim olsun,” dedik. İki sene boyunca Türk kahvesi mi, Yunan kahvesi mi tartışması yerine “bizim kahve”yi içtik. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ZL: “Türk kahvesi mi, Yunan kahvesi mi?” derken her taraf Starbucks oldu. Kahveyi bile Amerika’ya kaptırdık. Yiyeceklerin, melodilerin, enstrümanların pasaportu olmaz. Sınırlar yapaydır, bu ürünleri kapsamaz. O bakımdan tabii ki biz halklar olarak sürekli alışveriş halindeyiz.
TÇS: Sayın Livaneli, pasaport demişken, tanıdığım insanlar arasında sizin kadar çok pasaport kullanan başka kimse yok zannediyorum. Hangi pasaportla başladınız?
ZL: Benim beş pasaportum hayatımı özetler. Birincisi, Mehmet Yılmaz Basmacı diye sahte pasaport. İkincisi, İsveç’te aldığım siyasi mülteci pasaportu; Birleşmiş Milletler’in gri pasaportu. En alt düzeyli pasaportu verdiler. Ondan sonra Türkiye’de af ilan edildi ve üçüncü olarak normal Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı pasaportunu aldım. Sonra UNESCO‘da büyükelçi olunca bu sefer Birleşmiş Milletler’in en üst pasaportu olan kırmızı pasaportu verdiler. En altını da aldım, en üstünü de. Sonra Türkiye’de milletvekili olunca bu sefer Türkiye’nin en üst pasaportu olan diplomatik pasaportu verdiler. Şimdi de buraya diplomatik pasaportla geldim. Hep aynı insanım ama Kafka gibi, cebimden çıkardığım kâğıdın rengine ve durumuna göre farklı muamele görüyorum.
TÇS: Sayın Livaneli, sizin hayatınız bir roman… Romanlarınızdan en son “Leyla’nın Evi”ni okudum. Siz kendiniz de bir efsanesiniz, bir romansınız. Romanlarınızdaki karakterler kitaptan çıkıp evin içinde benimle beraber oluyor. Leyla’yla beraber mutfakta yemek yapıyordum. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
ZL: Evet, insanlar roman kahramanlarımı gerçek sanıyorlar. Mesela “Kardeşimin Hikâyesi” romanı, İstanbul yakınlarındaki Podima’da geçiyor. Okurlar oraya gitmişler, “Burada bir cinayet oldu mu? Burada yaşayan mühendisin evi hangisi? “ diye sormuşlar. Böyle şeyler yok. Hatta “Serenad” romanımdan sonra yayınevini aramışlar, “Maya Hanım’ın telefonunu alabilir miyiz?” diye. Bir akademisyen bana yazdı, “Türkiye’ye gelen Alman profesörler hakkında çalışma yapıyorum hocam. Ama Maximilian Wagner hakkında belge bulamadım,” dedi. Nerede bulacaksın? Benden çıktı.

TÇS: Sayın Livaneli, kahramanlarınız o kadar canlı ki, gerçek gibiler. Kitaplarınızla ilgili şunu da sormak istiyorum. Kitaplar sadece bir ailenin kesidi değil. Arkasında kültürel ve tarihsel çok büyük bir çalışma var. Bunu tek başınıza nasıl yapıyorsunuz?
ZL: Bilmiyorum, bunu bana YouTube kanalımda da soruyorlar. Orada sohbetler yapıyorum ve insanlar bana “Bunları nereden çalışıyorsunuz?” diye soruyorlar. Hiçbir yerden çalışmıyorum. Bunlar hayatım boyunca okuduklarımdan süzülüp kalanlar. Bir de ailede akşam sofrasından. En büyük eğitim oradadır. Babam rahmetli, müthiş bir insandı. Bizim sofralarımız Atatürk’ün sofraları gibiydi. Hep dil, edebiyat, tarih konuşulurdu. En büyük eğitim, akşam sofralarındaki aile kültürüdür. Türkiye’de bir diploma fetişizmi var. Herkes “Uyduruk bir diploma alayım, iş bulayım” diyor. Bu aslında bilginin ve kültürün tam karşısında bir şey. Tabii ki diploma alabilirsiniz ama eğer fakülte dışında kitap okumuyorsanız çok eksik kalırsınız ve öğrendiklerinizi unutur gidersiniz. Erasmus, “En iyi üniversite bile seçilmiş 15 kitaptan daha iyi değildir,” der. Yani 15 kitabı iyi ve ciddi okursanız, hayat boyu öğrenmiş olursunuz. Ben UNESCO’da elçiyken “Hayat Boyu Eğitim” diye bir programımız vardı. Ölene kadar öğrenmek gerekir.
TÇS: Sayın Livaneli, bazı Amerikalı yazarlar, mesela Dan Brown, kitaplarında çok tarihi bilgiler verir, coğrafi yerler gösterir. Hatta onun kitabından sonra rehber eşliğinde kitabın geçtiği yerler gezilir. Ama ben bunların çok büyük bir ekip tarafından oluşturulduğunu biliyorum.
ZL: Tabii, Dan Brown bir kültür insanı değil, bir gerilim yazarı. İyi yapıyor işini, iyi okutuyor, ben de okudum. Ama gidip buralarla ilgili bilgiler derliyor, topluyor. Onun arkasında bir ekip çalışması var. Zaten büyük yayınevleri de serbest bırakmazlar. O tamamen edebiyatın ticari yönü.
TÇS: Ben de sizin bu altyapınızda aile akşam yemeklerinden başka bir ekip olabileceğini zannetmiyordum, şimdi bunu teyit etmiş oldum.
Aile bir yön veriyor, bir istikamet çiziyor ama ondan sonrası tamamen sana ait. O kütüphane, o aile birikimini sırt çantanıza koymuşsunuz ve ufkunuzu açmışsınız.
ZL: Size çok güzel bir hikâye anlatayım. Bir ara İmam Gazali, Bağdat’ta okuyor, memleketi Tus şehrine dönecek. Kervanla gidiyor. Sırtında notlarla dolu torbasıyla fakir bir öğrenci olarak kervana katılmış. Haramiler kervanı soyuyorlar. Altınlar, gümüşler, her şeyi çalıyorlar. Gazali de eşkıyayı dağda taşta arıyor. “Torbamı verin” diyor. “İçinde ders notlarım var, hocamın ders notları.” Eşkıyanın reisi, “Verin şu çocuğa torbasını” diyor. Ama sonra ekliyor, “Oğlum, senden çalınabilen bilgi, senin bilgin değildir.” Önemli bir söz, az duyulur. “Senden çalınabilen bilgi, senin bilgin değildir.” Evet, o bilgi kitapta kalmayacak. Ne kadar hazmettin, ne kadar ilişki kurabildin, bu çok önemli bir şey.

TÇS: Siz onun canlı örneğisiniz hocam.
ZL: Aman, estağfurullah. Evet, ne konuşalım?
TÇS: Birikimlerinizden yola çıkarak, özellikle gençlere ve dünyada iz bırakmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
ZL: Birincisi, okumak. Hepimizin arkadaşları var ve onlardan etkileniyoruz. İyi ya da kötü. Bazısı bizi ileriye götürüyor, bazısı geri götürüyor. Ama kitap okuduğunuz zaman, kitaplar da sizin arkadaşınız oluyor. Aristo arkadaşınız oluyor, Sokrates de, Gazali de. Doğu ve Batı’yı okuduğunuz zaman inanılmaz bir zenginliğe kavuşuyorsunuz. Çünkü düşünmüş, kafa yormuş insanlar, büyük beyinler. Marcus Aurelius hem imparator hem filozof. Bunları okuduğunuz zaman gelişiyorsunuz. Onlarla arkadaş oluyorsunuz ve onların seviyesine yükseliyorsunuz. Esas eğitim bence bu. Okumayı, hayatın bir bölümünde “Okula gidip bir diploma alayım, sonra hayatımı yaşayayım” diye düşünmek değil, devamlı okuyarak ve büyük beyinlerle arkadaşlık ederek büyümek ve devam etmek gerekir. Bu işin sırrı budur. Çünkü o zaman sizden gelen birikim de aktarılabilir. Bir birikim olmazsa, siz bir baraj kurup suyu biriktirmezseniz ne vereceksiniz? Hiçbir şey veremezsiniz.
TÇS: Çok güzel bir öğüt aldık.
ZL: Aman, estağfurullah. Evet, ne konuşalım?
TÇS: Sürgündeki hayatınızdan biraz bahseder misiniz? İsveç’te kaç yıl kalmıştınız?
ZL: Beş yıl.
TÇS: O beş yıl İsveç’te kalmak size neler kattı?
ZL: Çok şey kattı.
TÇS: Sizden aldığı şeyler de oldu mu?
ZL: Vallahi bana daha çok kattı. Çünkü biz şanslı bir dönemdeydik. 70’li yılların İsveç’i, 70’lerin başı, şimdiki İsveç gibi değildi. Çok daha güvenli, tertemiz bir ülkeydi. Büyük bir ahlak vardı. Evimizin anahtarını kaybettik, iki ay anahtar gereği duymadık. Kapıları açık bırakıp gidiyorduk. Sokaklarda şiddet yoktu. Gayet güzel bir dönemdi. Bir de benim şansım oldu, müzik yaptım. Eşim öğretmen oldu. Önce o eve para getirdi, sonra ben. Normalde herkesin geçtiği bir yol vardır ki, onu da seve seve yapardım, yani İsveç’te “diska, steda’’, derler; bulaşıkçılık ve temizilik. Ben onları yapmadım. Müzik hocası olarak çalıştım bir kurumda. Dolayısıyla pek bir geçim sıkıntısı da çekmedik ama vatan hasreti çektik tabii. Sonra döndük.
TÇS: İsveç’te yaşarken romanlarınıza konu olacak olaylar nelerdi?
ZL: Orada çok siyasi mülteci, siyasi sığınmacı vardı o zaman. Mesela Bahriyeliler vardı, Deniz Harp Okulu öğrencileri gelmişlerdi. Yalnız Türkler değil, o sıralarda Şili’de darbe oldu, Şilili aydınlar vardı. Yunanistan’da cunta vardı, Yunan aydınları gelmişti. Dünyanın her yerinden, Brezilya’dan, Japonya’dan… Orada bir kere daha enternasyonal düşünmeyi, diğer kültürlerle alışveriş yapmayı, müzikal olarak gelişmeyi yaşadım. O bakımdan da çok büyük bir şans oldu.
Benim o yaşta, ki Türkiye kapalıydı biliyorsunuz, ilk defa bağlamanın yanına kontrbaslar, polifonik müzik yapmaya başlamam çok yadırgandı. “Böyle şey olur mu?” dediler. Ama sonra alışıldı. Çünkü baktım ki Şilililer öyle müzik yapıyor. Yunanlar buzukiyi orkestrayla yapıyor, diğerleri öyle… Bu durum beni çok geliştirdi açıkçası, daha enternasyonal bir görüşe sahip olmamı sağladı.

TÇS: Sayın Livaneli, son sorum: Atatürkçü ve Kemalist olmakla solcu ve devrimci olmayı nasıl harmanlıyorsunuz ya da bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu benim hayatımın sorusu.
ZL: Biliyorum herkeste bir ikilem oluyor ama benim buna çok mantıklı olduğunu düşündüğüm bir cevabım var. Bir kere “Kemalizm” diye bir şey yok, Kemalizmler var. Herkes yüzüne bir Atatürk maskesi geçirmiş. Mesela Kenan Evren‘inkine Kemalizm mi diyeceğiz? Ona “Kenanizm” diyeceğiz. Tamamen ayrı bir şey. Mustafa Kemal bir devlet kurucu. Ben bunu Erdoğan’la da konuştum yüz yüze. Bir devlet kurucu ve devlet kurucularla uğraşılmaz. Amerika’da George Washington şöyle miydi, böyle miydi? Tamam, kurulmuş işte. Gidip onun heykeliyle niye uğraşıyorsun? Sen sonrasına bak. Eğer bir ülkeyi yıkmak istemiyorsan kuruluş esastır. Ona göre düzeltmeler yaparsın. Cumhuriyet kurulmuş mu? Kurulmuş. İyi olmuş mu? Olmuş. Laiklik, kadın hakları iyi olmuş. Kazanımlar var. Peki hatalar var mı? Var. İnsan hakları, Kürt meselesi… Birçok meselede hatalar var. Biz o hatalar düzelsin diye mücadele ettik. Yani Cumhuriyet demokratikleşsin diye mücadeleettik, yıkılsın diye değil. Ama bazı çevreler yıkılsın diye uğraştılar. Yıkılınca hepimiz altında kalırız.
Bu bizim evimiz, çatımız. Türkiye, 90’lardan beri yazarım, üç kutuplu bir ülkeye dönüştü. Sağ, sol falan yok artık. Sonra bu Kemalist meselesi… “Kemalist” lafını ilk kullananlar İngilizlerdir. “Kemalist bandits” diye kullanırlar. Milli harekete karşı oldukları için onlara “eşkıya” diyorlar. Kendisinin böyle bir lafı yok. Atatürk’ün son sözü neydi? Ölürken: “Ben size hiçbir dogma bırakmıyorum. Bilimin ışığında ne gerekiyorsa onu yapın. Benim sözlerim bilimle çelişiyorsa bilimi dinleyin.” Böyle diyen bir insan… Hiçbir general dünyada şu sözleri söylememiştir: “Eğer vatan savunması için şart değilse her savaş bir cinayettir.” Bakın, cinayetleri görüyoruz gazetelerde. Ondan sonra bir lafı daha var, onu Birleşmiş Milletler Genel Kurul Salonu’nda söyledim: “İnsanlık medeniyeti tektir ama kolları vardır.” İnsanlık medeniyetinin tek olması çok önemli. Çünkü hepimiz aynı biyolojik koşullara tabiyiz. Sadece kültürel farklılıklar oluşuyor. Yoksa insan psikolojisinde, insan biyolojisinde ne fark var ki?
Fotoğraflar: GazeteDK.online fotoğraf ekibi Halil Ayhan Belek & Burhan Güçlü
Tülay Hanım merhaba,
Livanelli ile yaptığınız mülakatınızı okudum. Öncelikle sorularınızın oldukça yerinde ve iyi hazırlanmış olduğunu belirtmek isterim. Ancak, Livanelli’nin İmam Gazali ve Kemalizm hakkındaki yorumlarına katılıyorum demek yerine, bu noktalarda farklı düşündüğümü ifade etmek isterim.
İmam Gazali, bana göre gericiliğin sembolüdür; aynı dönemde yaşayan Ömer Hayyam ise ilericiliğin sembolü olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, Kemalizm’in İngilizler tarafından üretilmiş bir ideoloji olduğu iddiası doğru değildir. Kemalizm, bizzat Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Necati, Refik Saydam ve bu kişilerin devamı olan Çetin Yetkin, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal gibi önemli entelektüellerin katkılarıyla şekillenmiş ve formüle edilmiştir.
Dolayısıyla bu konular, Livanelli’nin aktardığı kadar basit değildir. Benim kanaatim, kültür insanı olmak ile siyaset ve sistem analizi yapabilmenin farklı kapasite ve yetkinlikler gerektirdiğidir. Livanelli çok değerli bir sanatçıdır, fakat siyasal analizler açısından aynı ölçüde derinlikli olduğunu düşünmüyorum.