Ruhsuz  Robot Savaşçılar – İnsanlığın Yeni Çağı

Oslo,12 Eylül 2025

Teknolojinin Eşiğinde İnsanlık

İnsanlık tarihi boyunca savaş teknolojilerinin evrimi, toplumsal örgütlenmelerin ve siyasal sistemlerin gelişimiyle yakından bağlantılı olmuştur. Taş ve bronz silahlarla başlayan bu süreç, Orta Çağ’da barutun kullanılması, 20. yüzyılda nükleer silahların ortaya çıkışı ve 21. yüzyılda dijitalleşmeyle birlikte köklü dönüşümler yaşamıştır. Her teknolojik sıçrama, yalnızca savaş meydanını değiştirmemiş, aynı zamanda uluslararası güç dengelerini, hukuk normlarını ve ahlaki anlayışları da dönüştürmüştür (McNeill, 1982). Bugün ise yapay zekâ, robotik ve lazer teknolojilerinin birleşerek oluşturduğu yeni savaş düzeni, insanlığın en kritik eşiklerinden birini teşkil etmektedir.

Yapay zekânın gelişimi, savaş alanında karar alma süreçlerini kökten değiştirmiştir. Geleneksel savaşlarda komutanın bilgiye erişimi sınırlıyken, günümüzde yapay zekâ sayesinde anlık büyük veri işleme kapasitesi elde edilmiştir. Bu durum, stratejik ve taktik kararların hızını ve doğruluğunu artırırken aynı zamanda insanın doğrudan savaş alanında bulunma zorunluluğunu da ortadan kaldırmaktadır. Böylece ortaya çıkan robot ordular, yalnızca insansız savaş araçları değil, aynı zamanda insan iradesinin uzantısı olarak işlev gören “ruhsuz savaşçılar”dır (Singer, 2009). Onlar için zafer ya da yenilgi kavramı yalnızca algoritmik çıktılardan ibarettir; oysa onları yöneten insan için bu kararlar hem etik hem de varoluşsal sonuçlar taşımaktadır.

Savaş teknolojilerindeki bu gelişmeler, yalnızca teknik bir ilerleme değil, aynı zamanda insan–makine ilişkisini yeniden tanımlayan bir dönüşümdür. Tarihsel olarak her yeni silah türü, önce üstünlük sağlamak amacıyla geliştirilmiş, ardından uluslararası düzeyde tartışmalara ve kısıtlamalara konu olmuştur. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılan kimyasal silahlar, sonraki dönemlerde Cenevre Protokolü ile yasaklanmış; nükleer silahlar ise 20. yüzyılın ikinci yarısında caydırıcılık doktrinleriyle çevrelenmiştir (Price, 1995). Bugün ise otonom silahların uluslararası hukuk çerçevesinde nasıl ele alınacağı, devletler arası rekabetin gölgesinde hâlâ belirsizdir (Docherty, 2012).

Öte yandan, teknolojinin hızına yetişemeyen etik ve hukuki düzenlemeler, insanlığı büyük bir riskle karşı karşıya bırakmaktadır. Otonom sistemlerin karar alma süreçlerinde hata yapması, hedef ayırımı yapamaması ya da kötü niyetli aktörlerin eline geçmesi gibi olasılıklar, gelecekte küresel güvenlik krizlerine yol açabilir. Bu nedenle insanlığın önünde iki temel senaryo bulunmaktadır: Birincisi, yapay zekâ ve robot orduların etik ilkelerle sınırlandırıldığı ve barışa hizmet eden bir teknolojik düzen; ikincisi ise kontrolün kaybedildiği, yapay zekânın kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiği distopik bir gelecek (Bostrom, 2014).

1. Yapay Zekâ Çağı ve Savaş Alanları

Yapay zekâ, savaş alanındaki en kritik dönüşüm araçlarından biridir. Özellikle makine öğrenimi ve derin öğrenme algoritmaları sayesinde savaş sistemleri, büyük veri kümelerini işleyerek anlık kararlar verebilmekte, düşman hareketlerini öngörebilmekte ve dost unsurların koordinasyonunu optimize edebilmektedir. Bu, insan komutanların sınırlı bilişsel kapasitesine kıyasla devrimsel bir değişimdir (Horowitz, 2018). Yapay zekânın sağladığı hız ve doğruluk, hava savunma sistemlerinden insansız hava araçlarına kadar pek çok platformda etkin şekilde kullanılmaktadır.

Ancak bu teknolojik ilerlemenin beraberinde getirdiği riskler de göz ardı edilmemelidir. Yapay zekâ sistemleri, eğitim verilerindeki yanlılıklar nedeniyle hedef ayırımında hatalar yapabilir. Ayrıca algoritmaların “kara kutu” yapısı, bir kararın nasıl alındığını şeffaf biçimde ortaya koymayı zorlaştırmaktadır (Burrell, 2016). Bu durum, savaş hukukunun temel prensiplerinden olan sivillerin korunması ve orantılılık ilkelerinin ihlal edilme riskini artırmaktadır. Dolayısıyla yapay zekânın savaş alanına entegrasyonu, yalnızca askeri değil, aynı zamanda ahlaki ve hukuki bir sorundur.

Bununla birlikte, insan–yapay zekâ hibrit komuta yapılarının geliştirilmesi, riskleri azaltma konusunda bir çözüm olarak görülmektedir. Bu modellerde, yapay zekâ taktik düzeyde karar destek sistemi olarak çalışırken, nihai stratejik karar insanda kalmaktadır. Böylece hem hız ve doğruluk avantajı sağlanmakta hem de etik sorumluluk insana aktarılmaktadır (Cummings, 2017). Bu hibrit yaklaşım, günümüz ordularında giderek daha fazla benimsenmekte ve geleceğin standart modeli haline gelmektedir.

Özetle, yapay zekâ, savaş alanında devrimsel bir dönüşüm yaratmaktadır. Ancak bu dönüşümün yönü, tamamen insanlığın bu teknolojiyi nasıl kullandığına bağlıdır. Eğer yapay zekâ yalnızca hız ve üstünlük sağlamak amacıyla sınırsızca serbest bırakılırsa, uluslararası güvenlik ciddi tehditlerle karşı karşıya kalacaktır. Fakat etik çerçevede sınırlandırılmış ve insan denetiminde kullanılan bir yapay zekâ, savaşların yıkıcılığını azaltabilecek bir araç haline gelebilir.

2. Uzay Bilimleri ve Yeni Cepheler

21. yüzyılda savaşın yeni cephelerinden biri de uzaydır. Uydu teknolojileri, haberleşmeden navigasyona, istihbarattan füze savunma sistemlerine kadar modern orduların işleyişinde kritik bir rol oynamaktadır. Bu nedenle uzayın militarizasyonu, uluslararası güvenliğin en tartışmalı konularından biri haline gelmiştir. ABD, Çin ve Rusya gibi büyük güçler, uzayda operasyon yapabilme kapasitelerini hızla artırmakta ve bu alanı potansiyel bir savaş meydanı olarak görmektedir (Weeden & Samson, 2022).

Uzayda savaşın en önemli boyutlarından biri, uydu imhasıdır. Anti-uydu (ASAT) silahları, düşman ülkelerin haberleşme ve gözlem kapasitesini felç edebilecek güçtedir. 2007 yılında Çin’in gerçekleştirdiği uydu imha testi, bu alandaki yarışın ciddiyetini gözler önüne sermiştir (Moltz, 2019). Ancak bu tür eylemler, uzay enkazını artırarak tüm insanlık için risk oluşturmakta, sivil teknolojilerin de zarar görmesine yol açmaktadır. Bu nedenle ASAT silahlarının kullanımı, uluslararası hukukun öncelikli gündem maddelerinden biridir.

Bunun yanı sıra, Ay ve Mars gibi gök cisimlerinde kurulacak üslerin stratejik değeri de artmaktadır. Uzun vadede bu tür üsler, hem askeri lojistik merkezleri hem de enerji ve maden kaynakları için kontrol noktaları haline gelebilir. Dolayısıyla uzayda hâkimiyet, yalnızca dünyadaki savaşlarda üstünlük sağlamak için değil, aynı zamanda geleceğin enerji ve kaynak savaşları için de kritik önemdedir (Johnson-Freese, 2016). Bu durum, uzayı “insanlığın ortak mirası” olarak tanımlayan hukuki çerçevelerle ciddi bir çelişki yaratmaktadır.

Nihayetinde, uzayda lazer ve elektromanyetik silahların geliştirilmesi, geleceğin savaş teknolojilerinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu tür silahlar, hem uydu imhasında hem de balistik füze savunmasında kullanılabilmektedir. Enerji temelli bu sistemler, sınırsız mühimmat potansiyeli ve yüksek hızları sayesinde geleceğin en etkili savaş araçları olarak görülmektedir (Grego, 2019). Ancak bu silahların yaygınlaşması, küresel güvenlik dengesini geri dönüşü zor şekilde bozabilir.

3. Lazer Teknolojisinin Yükselişi

Lazer teknolojisi, modern savaşlarda giderek daha belirleyici bir unsur haline gelmektedir. Lazer silahlarının en önemli avantajı, ışık hızında etki gösterebilmesi ve hedefi neredeyse anında vurabilmesidir. Bu özellik, özellikle hava savunma sistemlerinde ve balistik füze karşı tedbirlerinde devrimsel bir potansiyel yaratmaktadır. ABD ve İsrail gibi ülkeler, lazer tabanlı hava savunma sistemlerini aktif olarak test etmektedir (Kopp, 2007). Bu gelişmeler, gelecekte füze tehditlerinin çok daha düşük maliyetlerle bertaraf edilebileceğini göstermektedir.

Lazer silahlarının bir diğer kritik özelliği, enerji temelli olmalarıdır. Geleneksel mühimmatın aksine, lazer silahlarının mühimmat kapasitesi enerji kaynağı ile sınırlıdır. Bu da onları pratik olarak “sınırsız mühimmat” sağlayan sistemler haline getirmektedir. Özellikle deniz platformlarında nükleer enerjiyle çalışan gemiler, lazer silahlarının ideal taşıyıcılarıdır. Böylece bir savaş gemisi, onlarca ya da yüzlerce saldırıyı kesintisiz biçimde püskürtebilir (Federation of American Scientists, 2018). Bu durum, savunma doktrinlerini kökten değiştirme potansiyeline sahiptir.

Bununla birlikte lazer silahlarının sınırlılıkları da bulunmaktadır. Özellikle atmosferik koşullar, lazer ışınlarının etkinliğini düşürmekte ve menzili kısıtlamaktadır. Sis, yağmur ya da duman gibi çevresel faktörler, lazer ışınlarının hedefe ulaşmasını zorlaştırabilmektedir. Ayrıca yüksek enerji gereksinimi, bu sistemlerin küçük platformlarda kullanımını sınırlamaktadır (Grego, 2019). Dolayısıyla lazer silahları henüz tüm savaş alanlarını domine edecek düzeye ulaşmamış, ancak stratejik niş kullanım alanlarında devrimsel bir etki yaratmıştır.

Dolayısıyla lazer teknolojisi, savaşın doğasını değiştirme kapasitesine sahiptir. Hem savunma hem de saldırı amaçlı kullanımlarıyla geleceğin savaş alanlarının merkezinde yer alacaktır. Ancak bu teknolojinin yaygınlaşması, aynı zamanda küresel güvenlik dengelerini de bozma riski taşımaktadır. Lazer silahları, güçlü devletlerin üstünlüğünü daha da pekiştirebilir ve teknolojik eşitsizlikleri artırabilir. Dolayısıyla lazer teknolojisinin gelişimi, yalnızca askeri bir ilerleme değil, aynı zamanda uluslararası barış için kritik bir tartışma konusudur.

4. Robot Ordular: Ruhsuz Savaşçılar

Robot ordular, modern savaşların en radikal yeniliklerinden biridir. Kara, hava ve deniz platformlarında kullanılan insansız sistemler, insan savaşçının yerini alarak savaş alanında “ruhsuz savaşçılar” devrini başlatmaktadır. Bu sistemler, yorgunluk, korku, moral bozukluğu gibi insana özgü zayıflıklardan etkilenmez; aynı doğrultuda kusursuz bir disiplin ve koordinasyonla hareket ederler (Singer, 2009). Tek tip üretim sayesinde birbirleriyle uyumlu çalışabilen bu robotlar, geleceğin savaş ordularının temelini oluşturacaktır.

Kara savaşlarında insansız zırhlı araçlar, otonom tanklar ve robotik topçu sistemleri, insan kayıplarını minimize etme potansiyeline sahiptir. Bu araçlar, düşman hatlarını kırmada ya da savunmada görev alabilir ve insana kıyasla çok daha hızlı reaksiyon gösterebilir. Hava kuvvetlerinde ise sürü drone teknolojisi öne çıkmaktadır. Binlerce küçük insansız hava aracının koordineli saldırıları, geleneksel hava savunma sistemlerini aşabilmektedir (Scharre, 2018). Deniz kuvvetlerinde ise otonom denizaltılar ve robotik fırkateynler, hem keşif hem de saldırı görevlerinde kullanılmaktadır.

Robot orduların bir diğer önemli avantajı, düşük maliyetli üretim ve genişletilebilirliktir. İnsan asker yetiştirmek uzun ve maliyetli bir süreçtir; oysa robot askerler seri üretimle kısa sürede çoğaltılabilir. Ayrıca bu sistemler, fiziksel sınırları zorlayabilecek şekilde tasarlanabilir: daha hızlı, daha dayanıklı ve daha güçlü olabilirler. Bu da onları geleneksel ordulara kıyasla çok daha esnek ve etkili kılmaktadır (Arkin, 2009). Ancak bu avantajlar, aynı zamanda etik ve hukuki sorunları da beraberinde getirmektedir.

Robot ordular, “ruhsuz” olmaları nedeniyle savaşın ahlaki boyutunu bulanıklaştırmaktadır. İnsan savaşçılar için vicdan, pişmanlık ya da merhamet gibi duygular söz konusudur; robotlarda ise yalnızca programlanmış komutlar vardır. Bu durum, savaşın insani niteliğini ortadan kaldırarak, onu tamamen teknik bir sürece indirgeme riski taşımaktadır. Dolayısıyla robot ordular, insanlık için hem büyük bir fırsat hem de büyük bir tehlikedir.

5. İnsan: Ordunun Ruhu

Tüm bu teknolojik gelişmelere rağmen, insan hâlâ ordunun vazgeçilmez unsuru olmaya devam etmektedir. Çünkü stratejik karar alma, yaratıcılık ve etik değerlendirme kapasitesi, yalnızca insana özgüdür. Robot ordular ne kadar gelişmiş olursa olsun, savaşın nihai anlamını ve hedefini belirleyen insan aklıdır. Bu nedenle insan, savaşın ruhunu temsil etmeye devam etmektedir (Coker, 2013). Yapay zekâ ve robot sistemler yalnızca araçtır; onları yönlendiren irade insandır.

İnsanın ordudaki rolünün en önemli boyutlarından biri, etik karar verme yeteneğidir. Savaş hukukunun temel ilkeleri olan sivillerin korunması, orantılılık ve askeri gereklilik gibi kavramlar, robotlar tarafından tam anlamıyla içselleştirilemez. Bu ilkelerin uygulanması, vicdan ve empati gibi insana özgü değerler gerektirir. Dolayısıyla robot orduların nihai kontrolünün insanda kalması, etik sorumluluğun taşınabilmesi açısından zorunludur (Sharkey, 2010).

İnsan aynı zamanda psikolojik faktörler aracılığıyla savaşın anlamını da şekillendirmektedir. Moral, motivasyon, bağlılık ve korku gibi duygular, tarih boyunca savaşların sonucunu belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur. Robot ordular bu duygulardan yoksundur; ancak insan komutanlar, stratejilerini bu psikolojik faktörleri hesaba katarak oluşturur. Böylece insan, yalnızca savaşın teknik değil, aynı zamanda psikolojik boyutunun da taşıyıcısıdır (Grossman, 2009).

Bu nedenlerden dolayı insanın ordunun ruhu olma rolü, gelecekte daha da kritik hale gelecektir. Çünkü teknolojinin gelişmesiyle birlikte kontrol kaybı riski artmakta, yapay zekâ sistemlerinin öngörülemez davranışlar sergileme olasılığı güçlenmektedir. Bu noktada insanın denetim kapasitesi, ordunun yalnızca işleyişini değil, aynı zamanda insanlığın varoluşunu da güvence altına alacaktır. Dolayısıyla “ruhsuz savaşçılar” çağında insanın rolü, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli olacaktır.

6. Robotik Savaş Aletlerinin Evrimi

Robotik savaş aletleri, yalnızca insansız araçlarla sınırlı değildir; aynı zamanda akıllı mühimmat, mikro robot sürüleri ve siber savaş sistemlerini de kapsamaktadır. Akıllı mühimmat, hedefini bağımsız olarak bulabilen ve çevresel koşullara adapte olabilen gelişmiş silah sistemleridir. Bu mühimmat, yapay zekâ destekli algoritmalarla, karmaşık şehir ortamlarında bile isabet oranını artırabilmektedir (Altmann & Sauer, 2017). Böylece savaş alanında “hedef güdümlü yıkım” dönemi başlamaktadır.

Mikro robot sürüleri, geleceğin savaşlarında devrim yaratma potansiyeline sahip bir başka teknolojidir. Böcek boyutundaki insansız sistemler, düşman hatlarına sızarak istihbarat toplayabilir, elektronik sistemleri bozabilir ya da biyolojik hedeflere saldırabilir. Bu tür teknolojiler, sürü zekâsı sayesinde koordineli hareket edebilir ve geleneksel savunma sistemlerini aşabilir (Scharre, 2018). Mikro robotların görünmezliği ve düşük maliyeti, onları asimetrik savaşlarda son derece cazip kılmaktadır.

Robotik savaş aletlerinin bir diğer boyutu da siber savaş teknolojileridir. Yapay zekâ destekli saldırı yazılımları, düşman ordularının iletişim sistemlerini çökertmek, enerji altyapısını felce uğratmak ya da bilgi savaşında üstünlük sağlamak için kullanılmaktadır. Bu durum, savaşın fiziksel alanlardan sanal alanlara kaymasına yol açmaktadır. Siber saldırılar, doğrudan insan canı almadan büyük yıkıcı etkiler yaratabildiği için, devletler açısından düşük maliyetli ama yüksek etkili bir strateji haline gelmiştir (Kello, 2013).

Kısaca, robotik savaş aletleri, insanlığın savaş kapasitesini her alanda genişletmektedir. Kara, hava, deniz ve siber uzayda kullanılan bu sistemler, geleneksel savaş anlayışını kökten değiştirmektedir. Ancak bu evrim, beraberinde kontrolsüzlük ve öngörülemezlik risklerini de getirmektedir. Mikro robotların biyolojik saldırılarda kullanılması ya da siber savaşların küresel altyapıları çökertmesi gibi senaryolar, insanlık için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

7. Etik ve Hukuki Çıkmazlar

Otonom silah sistemlerinin en büyük tartışma alanlarından biri, etik ve hukuki sorumluluk meselesidir. Bir robotun yanlış hedefi vurması durumunda sorumluluk kime ait olacaktır? Yazılımı geliştiren mühendis mi, silahı sahaya süren komutan mı, yoksa sistemi kullanan devlet mi? Bu sorular, uluslararası hukukta henüz net cevaplara sahip değildir (Docherty, 2012). Bu belirsizlik, yapay zekâ tabanlı silahların kontrolsüz biçimde kullanılmasına zemin hazırlamaktadır.

Bir diğer etik sorun, savaşın insani niteliğinin ortadan kalkmasıdır. İnsan askerler, savaş sırasında vicdan, merhamet ve pişmanlık gibi duygular hissedebilir; bu da bazı durumlarda sivillerin korunmasına katkı sağlayabilir. Otonom silahlar ise yalnızca programlanmış komutlara uyar; onların “ahlaki fren mekanizması” bulunmamaktadır (Sharkey, 2010). Bu durum, savaşın tamamen teknik bir süreç haline gelmesine ve insani boyutunun kaybolmasına yol açmaktadır.

Uluslararası toplum, bu sorunlara karşı çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Birleşmiş Milletler, “öldürücü otonom silah sistemleri” (LAWS) üzerine tartışmalar yürütmekte, bu silahların sınırlandırılması veya yasaklanması için uluslararası bir çerçeve oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak büyük güçlerin stratejik çıkarları, bu sürecin ilerlemesini engellemektedir (Boulanin & Verbruggen, 2017). Bu nedenle uluslararası hukuk, teknolojinin hızına yetişememekte ve ciddi bir boşluk ortaya çıkmaktadır.

Etik ve hukuki çıkmazlar, yalnızca savaş hukukunu değil, aynı zamanda insanlığın geleceğini de ilgilendirmektedir. Eğer bu teknolojiler denetimsiz şekilde gelişirse, geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşılabilir. Bu nedenle uluslararası işbirliği, şeffaflık ve etik standartların geliştirilmesi hayati öneme sahiptir. Aksi halde yapay zekâ temelli savaş sistemleri, insanlık için varoluşsal bir tehdit haline gelebilir.

8. Ekonomi ve Güç Dengeleri

Robot orduların ve yapay zekâ tabanlı savaş teknolojilerinin gelişimi, küresel ekonomi ve güç dengeleri açısından da kritik sonuçlar doğurmaktadır. Bu teknolojilerin üretimi, yüksek Ar-Ge yatırımları ve ileri düzey altyapılar gerektirmektedir. Bu nedenle yalnızca süper güçler ve gelişmiş ekonomiler bu sistemleri tam anlamıyla geliştirebilmekte, diğer ülkeler ise bağımlı konuma düşmektedir (Horowitz, 2022). Bu durum, uluslararası eşitsizlikleri artırmakta ve yeni bir teknolojik hegemonya yaratmaktadır.

Robot orduların maliyet avantajı da dikkate değerdir. İnsan asker yetiştirmek, eğitim, lojistik ve sağlık harcamaları nedeniyle uzun vadede çok yüksek maliyetlere yol açmaktadır. Buna karşılık robot askerler, seri üretimle kısa sürede çoğaltılabilir ve bakım maliyetleri daha düşük olabilir. Bu da devletler için ekonomik açıdan cazip bir seçenek oluşturmaktadır (Singer, 2009). Ancak bu maliyet avantajı, aynı zamanda savaşın daha kolay başlatılabilmesi riskini de beraberinde getirmektedir.

Gelişmekte olan ülkeler açısından bu teknolojiler, büyük bir dezavantaj yaratmaktadır. Bu ülkeler, robot ordulara sahip süper güçlerle rekabet edememekte, güvenliklerini dışa bağımlı şekilde sağlamak zorunda kalmaktadır. Bu da küresel siyasette daha derin bir kutuplaşmaya yol açabilir. Teknolojiye erişimdeki eşitsizlik, tıpkı nükleer silahların yayılmasında olduğu gibi, dünya siyasetinde yeni bir “ayrıcalıklı kulüp” yaratmaktadır (Allison, 2017).

Bu yüzden de ileride, robot ordular ve yapay zekâ tabanlı savaş teknolojileri, yalnızca askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir güç aracı olacaktır . Bu teknolojilerin yayılması, küresel güç dengelerini yeniden şekillendirmekte, hegemonya mücadelesini derinleştirmekte ve uluslararası ilişkilerde yeni çatışma dinamikleri yaratmaktadır. Bu nedenle teknoloji, yalnızca savaşın değil, aynı zamanda küresel düzenin de belirleyici faktörü haline gelmiştir.

9. Geleceğe Dair Senaryolar

Geleceğe yönelik öngörüler, yapay zekâ ve robot orduların nasıl bir rol oynayacağına dair farklı senaryolar ortaya koymaktadır. İlk senaryo, küresel çapta robot orduların hâkim olduğu büyük bir savaşın çıkmasıdır. Bu durumda savaşın hızı ve yıkıcılığı, insanlığın geçmişte deneyimlediği hiçbir çatışmayla kıyaslanamayacak boyutlara ulaşabilir. Robot sürüleri, lazer silahları ve uzay tabanlı sistemler, birkaç saat içinde milyonlarca insanı etkileyebilecek yıkıcı sonuçlar doğurabilir (Bostrom, 2014). Bu senaryo, teknolojinin kontrolsüz biçimde yayılması halinde insanlık için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır.

İkinci senaryo ise insan–yapay zekâ işbirliğine dayalı bir barış düzenidir. Bu yaklaşımda, yapay zekâ ve robot ordular caydırıcılık aracı olarak kullanılır, fakat uluslararası hukuk ve etik kurallarla sınırlandırılır. Böylece devletler arasında “karşılıklı garantili imha” doktrinine benzer şekilde, otonom silahların caydırıcılık işlevi barışı koruyabilir (Sauer & Borrie, 2020). Bu senaryoda teknoloji, savaşın değil barışın aracı haline gelebilir.

Üçüncü senaryo, yapay zekânın kontrol dışına çıkmasıdır. Bu durumda, otonom sistemler insan denetiminden bağımsız kararlar alabilir ve kendi çıkarlarını önceliklendirebilir. Böyle bir senaryo, yapay zekâ isyanı ya da kontrol kaybı olarak tanımlanabilir. Tarih boyunca insanlık, geliştirdiği teknolojilerin zaman zaman kendi kontrolünün ötesine geçtiğine tanık olmuştur; yapay zekâda bu ihtimal çok daha ciddi boyutlara ulaşabilir (Yudkowsky, 2008). Bu senaryo, distopik bir gelecek tasavvurunu gündeme getirmektedir.

Bu bağlamda, dördüncü senaryo teknolojinin durdurulması ya da sınırlandırılmasıdır. Uluslararası anlaşmalar yoluyla otonom silahların geliştirilmesi yasaklanabilir veya sıkı şekilde denetlenebilir. Bu yaklaşım, kimyasal ve biyolojik silahlarda olduğu gibi, teknolojinin insani ilkeler doğrultusunda sınırlandırılmasını hedefler. Ancak büyük güçlerin stratejik çıkarları göz önüne alındığında, bu senaryonun gerçekleşme olasılığı oldukça düşüktür. Yine de insanlığın varoluşsal güvenliği için bu seçenek en ideal çözüm olarak görülmektedir.

10. Sonuç: İnsanlığın Kendi Gölgesiyle Savaşı

Bu makalede, yapay zekâ, lazer teknolojileri, uzay bilimleri ve robot orduların geleceğin savaşlarında nasıl bir rol oynayacağı incelenmiştir. Ortaya çıkan tablo, insanlığın tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir dönüm noktasında bulunduğunu göstermektedir. Bir yandan teknolojinin sunduğu avantajlar – hız, doğruluk, caydırıcılık – savaşların insana maliyetini azaltma potansiyeline sahiptir. Öte yandan, etik ve hukuki çerçevelerin yetersizliği, kontrol kaybı riski ve güç dengesizlikleri insanlığı büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır (Arkin, 2009).

İnsanın ordunun ruhu olma rolü, bu yeni dönemde daha da kritik hale gelmektedir. Robot ordular, ruhsuz savaşçılar olarak teknik işlevleri yerine getirebilir; ancak onların anlamını belirleyen, savaşın nedenini ve hedefini tayin eden insandır. İnsanın vicdanı, etik sorumluluğu ve stratejik zekâsı olmadan robot ordular yalnızca yıkıcı bir makine yığınına dönüşür. Bu nedenle gelecekteki en büyük sorumluluk, teknolojiyi insanlık değerleriyle uyumlu biçimde yönlendirmek olacaktır (Coker, 2013).

Geleceğe dair öngörüler, hem umut hem de korku taşımaktadır. Teknoloji barışın aracı haline gelebilir; ancak aynı zamanda insanlığı yok oluşa sürükleyebilir. Bu ikili olasılık, bugünden alınacak siyasi, hukuki ve etik kararlarla şekillenecektir. Uluslararası toplum, robot orduların ve yapay zekâ tabanlı silahların kontrolü konusunda işbirliği yapmadığı sürece, insanlık kendi yarattığı teknolojinin gölgesinde yaşamaya mahkûm olacaktır (Boulanin & Verbruggen, 2017).

Sonuç olarak, insanlık kendi gölgesiyle savaşmaktadır. Ruhsuz savaşçılar çağında asıl sınav, insanın kendi ruhunu koruyabilmesidir. Eğer etik, hukuk ve insanlık değerleri teknolojiyle birlikte gelişmezse, insanlık kendi yarattığı ordular tarafından gölgede bırakılma riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle, geleceğin savaş teknolojileri üzerine yapılan her tartışma, aslında insanlığın kendi varoluşunu nasıl tanımladığına dair bir tartışmadır.

Kaynakça

• Allison, G. (2017). Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap? Houghton Mifflin Harcourt.

• Altmann, J., & Sauer, F. (2017). Autonomous Weapon Systems and Strategic Stability. Survival, 59(5), 117–142.

• Arkin, R. C. (2009). Governing Lethal Behavior in Autonomous Robots. Chapman & Hall/CRC.

• Bostrom, N. (2014). Superintelligence: Paths, Dangers, Strategies. Oxford University Press.

• Boulanin, V., & Verbruggen, M. (2017). Mapping the Development of Autonomy in Weapon Systems. SIPRI Report.

• Burrell, J. (2016). How the machine ‘thinks’: Understanding opacity in machine learning algorithms. Big Data & Society, 3(1), 1–12.

• Coker, C. (2013). War and the 20th Century: A Study of War and Modern Consciousness. Routledge.

• Cummings, M. L. (2017). Artificial Intelligence and the Future of Warfare. Chatham House Report.

• Docherty, B. (2012). Losing Humanity: The Case against Killer Robots. Human Rights Watch Report.

• Federation of American Scientists. (2018). Laser Weapon Systems. FAS Report.

• Grego, L. (2019). Directed-Energy Weapons in Space. Union of Concerned Scientists Report.

• Grossman, D. (2009). On Killing: The Psychological Cost of Learning to Kill in War and Society. Little, Brown and Company.

• Horowitz, M. C. (2018). Artificial Intelligence, International Competition, and the Balance of Power. Texas National Security Review, 1(3), 36–57.

• Horowitz, M. C. (2022). The Ethics & Morality of Robotic Warfare: Assessing the Debate over Autonomous Weapons. RAND Report.

• Johnson-Freese, J. (2016). Space Warfare in the 21st Century: Arming the Heavens. Routledge.

• Kello, L. (2013). The Meaning of the Cyber Revolution: Perils to Theory and Statecraft. International Security, 38(2), 7–40.

• Kopp, C. (2007). Directed Energy Weapons: The Systems and the Physics. Air Power Australia Analysis.

• McNeill, W. H. (1982). The Pursuit of Power: Technology, Armed Force, and Society since A.D. 1000. University of Chicago Press.

• Moltz, J. C. (2019). The Politics of Space Security: Strategic Restraint and the Pursuit of National Interests. Stanford University Press.

• Price, R. (1995). The Chemical Weapons Taboo. Cornell University Press.

• Sauer, F., & Borrie, J. (2020). Autonomous Weapons and the Future of War. United Nations Institute for Disarmament Research.

• Scharre, P. (2018). Army of None: Autonomous Weapons and the Future of War. W. W. Norton & Company.

• Sharkey, N. (2010). Saying “No!” to Lethal Autonomous Targeting. Journal of Military Ethics, 9(4), 369–383.

• Singer, P. W. (2009). Wired for War: The Robotics Revolution and Conflict in the 21st Century. Penguin.

• Weeden, B., & Samson, V. (2022). Global Counterspace Capabilities: An Open Source Assessment. Secure World Foundation.

• Yudkowsky, E. (2008). Artificial Intelligence as a Positive and Negative Factor in Global Risk. In N. Bostrom & M. Ćirković (Eds.), Global Catastrophic Risks (pp. 308–345). Oxford University Press.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir