Geleneksel olarak zaman, insan yaşamının doğal ritmine göre akan, biyolojik ve sosyal döngülerle uyum içinde anlam kazanan bir olguydu. Ancak modernleşme süreciyle birlikte zaman, üretkenliğin ölçütü hâline gelmiş; özellikle akademik çevrelerde “zaman yönetimi” kavramı, performansla iç içe geçmiş bir baskı aracına dönüşmüştür (Rosa, 2013). Dijitalleşmenin hız kazandığı 21. yüzyılda, bilgiye erişim kolaylaşmış, ancak bu kolaylık paradoksal biçimde bilgi üretim sürecinde zamanın daha da daralmasına neden olmuştur (Turkle, 2011). Bu bağlamda, akademisyenlerin günümüzde yaşadığı zaman baskısı, yalnızca bireysel planlama eksikliği değil; yapısal, teknolojik ve kültürel dönüşümlerin karmaşık bir sonucudur.
Akademik yaşamın her geçen gün daha fazla çoklu görev, proje, idari sorumluluk ve yayın baskısıyla kuşatıldığı bir dönemde, zaman artık yalnızca planlanması gereken bir kaynak değil; sürekli optimize edilmesi ve performansa dönüştürülmesi gereken bir rekabet aracıdır (Berg & Seeber, 2016). Bu dönüşüm, bireyin üretkenliğini artırmaktan ziyade, tükenmişlik sendromunu (burnout) yaygınlaştırmakta; akademisyenler arasında psikolojik yıpranmayı derinleştirmektedir (Bozkurt, 2022). Gün içinde 15 saate varan çalışma temposu, sosyal ilişkilerin, aile yaşamının ve bireysel zihinsel yenilenmenin ihmaline yol açmaktadır (Hochschild, 1983).
Dahası, teknolojik araçların zaman kazandırıcı işlevinden ziyade sürekli bağlantıda olmayı gerektiren yapısı, bireyi sürekli hazır ve erişilebilir olmaya zorlamakta, bu da iş-yaşam sınırlarını silikleştirmektedir (Turkle, 2011). Zoom toplantıları, e-posta bombardımanları, akademik sosyal medya platformları ve dijital proje takibi araçları gibi uygulamalar, görünürde iletişim ve işbirliği imkânlarını artırsa da gerçekte bireyin zamanını bölmekte ve derin düşünme süreçlerini kesintiye uğratmaktadır (Sennett, 2006).
1. Akademik Emek ve Zaman: Tarihsel Bir Perspektif
Akademik emek, modern üniversitenin doğuşundan itibaren kültürel, ideolojik ve ekonomik dinamiklerle şekillenmiştir. 19. yüzyılın başlarında Humboldt modeline dayanan üniversiteler, bilim insanının özerkliğini, merak odaklı araştırmayı ve eğitimin birey üzerindeki dönüştürücü etkisini öncelerken; zaman daha çok entelektüel gelişimle ilişkili bir olguydu (McNeill, 1995). Akademik üretkenlik, niceliksel değil, niteliksel derinlik üzerinden değerlendiriliyor; düşünsel faaliyetler aceleye getirilmeden yürütülüyordu. Ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren üniversiteler, piyasa dinamiklerinin ve bürokratik yönetim anlayışının etkisiyle dönüşüme uğradı.
Neoliberal politikaların yükseköğretime yansımasıyla birlikte, üniversitelerde performans ölçütleri devreye girdi. Yayın sayısı, proje getirisi, danışmanlık faaliyetleri, idari görevler ve akreditasyon süreçleri gibi ölçülebilir çıktılar, akademik emeğin temel belirleyicileri hâline geldi (Şimşek, 2021). Bu yeni paradigma, akademik zamanı daha önce hiç olmadığı kadar bölümlere ayırdı; öğretim üyeleri artık yalnızca ders anlatan ya da araştırma yapan bireyler değil, aynı zamanda yönetici, girişimci, proje koordinatörü ve veri sağlayıcı konumuna geldi. Bu durum, zamana karşı sürekli yarışan bir akademisyen tipolojisinin ortaya çıkmasına neden oldu (Acker, 1999).
Zamanın bu şekilde parçalanması, “akademik dikkat”in sürdürülebilirliğini zayıflatmaktadır. Artık derin okuma, düşünme, yazma gibi yaratıcı süreçler; toplantılar, belgeler ve kısa vadeli çıktı baskısı nedeniyle sekteye uğramaktadır. Rosa (2013), bu durumu “toplumsal hızlanma” kavramıyla açıklayarak modern yaşamın, özellikle de akademik alanın giderek artan bir tempo içinde kendini tükettiğini vurgular. Bu hız, bireyin zaman üzerindeki öznel kontrolünü zayıflatmakta ve çalışma süreçlerini “mekanikleşmiş üretim bantlarına” dönüştürmektedir. Böyle bir düzende akademik özgürlük değil, programlanabilirlik ön plandadır.
Bu dönüşüm aynı zamanda akademik emeğin görünmeyen yönlerini de derinleştirmiştir. Yalnızca resmî görevler değil, e-postaların yanıtlanması, öğrencilerin duygusal ihtiyaçlarının karşılanması, proje raporlarının güncellenmesi gibi zaman alan ancak görünmeyen emek biçimleri yoğunlaşmıştır. Hochschild (1983), bu tür görünmeyen emeği “duygusal emek” olarak tanımlar ve bunun kadın akademisyenlerde daha yüksek oranda görüldüğünü vurgular. Bu bağlamda, akademik emek yalnızca entelektüel değil; aynı zamanda duygusal, idari ve dijital yükleri de kapsayan çok katmanlı bir yapıya bürünmüştür.
Sonuç olarak, günümüzde akademik zaman, bireyin kendi düşünsel ritmine göre değil; kurumların, finansman sağlayıcıların ve yayın sistemlerinin taleplerine göre şekillenmektedir. Bu yapısal dönüşüm, yalnızca bireysel zaman yönetimi sorunlarını değil; aynı zamanda akademinin geleceğini de tehdit eden bir kırılmayı işaret etmektedir. Bu noktada şu soruların sorulması kaçınılmazdır: Akademik zamanın yeniden insani boyutlara çekilmesi mümkün müdür? Yavaş ve derinlemesine düşünmeye alan açan bir akademik kültür nasıl inşa edilebilir? Yoksa bu tarihsel dönüşüm, geri döndürülemez bir süreç midir?
2. Akademik Üretkenlik: Ne Kadar Çok, O Kadar İyi mi?
Akademik üretkenlik, günümüzde yalnızca bireysel bir meziyet değil; kurumsal performans göstergesi hâline gelmiştir. Akademisyenler, yayın sayısı, atıf oranı, proje çıktısı gibi nicel ölçütlerle değerlendirilmektedir. Bu ölçütler, bireyler arasında kıyasıya bir rekabet ortamı yaratırken, üretkenlik kavramını da nitelikten çok nicelikle ilişkilendirir hâle getirmiştir (Slaughter & Rhoades, 2004). “Ne kadar çok, o kadar iyi” anlayışı, bilimsel üretimi hızlandırsa da bu hızın kalite üzerindeki etkisi tartışmalıdır.
Nitelikli akademik üretim, yalnızca yazma sürecinden ibaret değildir; yoğun okuma, derin düşünme, sabırla inşa edilen argümanlar, metodolojik titizlik ve eleştirel bir bakış açısı gerektirir. Ancak mevcut sistem, bu süreçleri hızlandırmayı dayatarak, yüzeysel bilgi üretimini teşvik etmektedir. Yayın yapmak için yapılan çalışmalar, özgünlükten uzak, birbirini tekrar eden, hatta bazen “kopyala-yapıştır” mantığına indirgenen içeriklerle doludur (Özdemir, 2021). Bu durum, yalnızca bireysel yıpranmaya değil; akademik bilginin değersizleşmesine de yol açmaktadır.
Yaygınlaşan açık erişim dergileri, predatör (avcı) yayıncılık ve akademik yazarlık piyasaları gibi yapılar, üretkenlik baskısının nasıl bir ekonomi yarattığını da gözler önüne sermektedir. Akademik emek, ticarileşmekte; bilgi, birikim değil, metalaşmış içerik olarak dolaşıma girmektedir. Bu noktada sorulması gereken şudur: Akademik üretkenlik gerçekten bilgi üretimine mi, yoksa kariyer inşasına mı hizmet etmektedir?
Bu soru, akademinin epistemolojik temelini yeniden sorgulamayı gerektirir. Çünkü üretkenlik baskısı, yalnızca bilimsel etiği değil, aynı zamanda bilginin niteliğini de tehdit etmektedir. Bilimsel bilgi, hızla değil; dikkatle, özenle ve zamanla gelişen bir süreçtir. Bu süreçlerin ihmal edilmesi, akademiyi bir “bilgi üretim fabrikası”na dönüştürmekte ve entelektüel derinliği azaltmaktadır (Berg & Seeber, 2016).
3. Dijitalleşme ve Zamanın Kolonileştirilmesi
Teknolojik gelişmelerin akademik hayata etkisi, yalnızca araçsal bir değişimi değil; aynı zamanda zaman algısının da dönüşümünü beraberinde getirmiştir. Bilgisayarlar, akıllı telefonlar, çevrim içi toplantılar, yapay zekâ destekli yazım programları, dijital takvimler ve veri analiz yazılımları gibi teknolojiler, akademisyenin çalışma biçimini köklü biçimde değiştirmiştir. Bu araçlar, görünürde zamanı verimli kullanma imkânı sunarken, gerçekte zamanı daha fazla parçalamakta ve sürekli meşguliyet hissi yaratmaktadır (Sennett, 2006).
Dijitalleşmeyle birlikte iş ve özel yaşam arasındaki sınırlar giderek bulanıklaşmıştır. Artık e-posta yanıtlamak, proje belgelerini düzenlemek ya da öğrenci mesajlarına dönmek için “mesai saati” diye bir ayrım kalmamıştır. Bu durum, bireyin zaman üzerindeki denetimini zayıflatmakta ve sürekli “iş başında olma” hâlini normalleştirmektedir. Rosa (2013), bu durumu “zamanın kolonileştirilmesi” olarak adlandırır: Teknolojik sistemler, bireyin zihinsel ve duygusal alanını istila ederek, öznel zaman deneyimini dışsal sistemlere tâbi hâle getirir.
Buna bağlı olarak akademik performans, artık yalnızca içerik üretimiyle değil; aynı zamanda dijital platformlardaki görünürlükle de ölçülmektedir. Google Scholar, ResearchGate, Academia.edu gibi platformlar, akademik kimliği dijital profiller üzerinden tanımlamakta; atıf sayısı, okunma oranı ve paylaşım istatistikleri gibi veriler, bireyin kariyerinde belirleyici hâle gelmektedir. Bu dijital performans göstergeleri, bireyi sürekli güncelleme, paylaşma ve görünür olma baskısıyla kuşatmaktadır (Couldry & Mejias, 2019).
Dahası, yapay zekâ araçlarının akademik yazım sürecine entegre edilmesi, zaman yönetimini kolaylaştırsa da eleştirel düşünmeyi ve akademik emeğin özgünlüğünü gölgeleyebilir. Otomatik özetleme, referans oluşturma, metin düzeltme gibi pratikler, akademisyeni üretim sürecinden giderek uzaklaştırarak, zihinsel tembelliği teşvik edebilir. Bu bağlamda dijitalleşme, bir yandan akademik zamanı hızlandırmakta; diğer yandan emeği görünmez kılarak yüzeysel üretimi yaygınlaştırmaktadır.
4. Akademik Yalnızlık: Sessiz Bir Salgın
Akademi, görünürde sosyallik barındıran bir alan gibi dursa da, bireysel çalışma biçimleri, rekabetçi atmosfer ve üretkenlik baskısı gibi etmenler, akademik yalnızlık duygusunu derinleştirmektedir. Kütüphanelerde geçirilen uzun saatler, bireysel ofislerde yapılan okumalar, gece yarılarına kadar süren yazım süreçleri, akademik emeğin “yalnızlıkla kurulan bir ilişki” olduğunu gösterir. Ancak bu yalnızlık, romantik bir tercih olmaktan çok, yapısal bir zorunluluk olarak tezahür etmektedir (McClure, 2007).
Özellikle erken kariyer dönemindeki akademisyenler, performans kaygısı, yayın baskısı ve gelecek belirsizliği nedeniyle ciddi bir duygusal yük altındadır. Bu yük, zamanla tükenmişlik, değersizlik hissi ve aidiyet kaybına neden olabilmektedir. Akademik camialarda açıkça dile getirilmeyen bu durum, bir tür “sessiz salgın” olarak tanımlanabilir. Çünkü akademide duygular, çoğu zaman zayıflık belirtisi olarak görülmekte ve paylaşılmamaktadır. Bu durum, bireyleri yalnızlaştırmakta; akademik dayanışmayı ise zayıflatmaktadır (Gill, 2009).
Ayrıca mevcut sistemde işbirliği yerine rekabetin teşvik edilmesi, akademik ilişkilerin yüzeyselleşmesine yol açmaktadır. Projelerde, yayınlarda ya da kadro süreçlerinde birbirini rakip olarak gören akademisyenler, güven temelli ilişkiler kurmakta zorlanmaktadır. Bu durum, yalnızca bireysel yalnızlığı değil; kurumsal yabancılaşmayı da beraberinde getirmektedir.
Akademik yalnızlık, yalnızca psikolojik bir mesele değil; aynı zamanda yapısal bir sorundur. Akademik emeğin değerini yalnızca çıktı üzerinden ölçen sistemler, akademisyeni bir “üretim makinesi”ne dönüştürmekte; insanî yönleri göz ardı etmektedir. Oysa düşünme, yazma, sorgulama gibi faaliyetler, duygusal motivasyon, sosyal destek ve anlam arayışıyla yakından ilişkilidir. Bu nedenle akademide yalnızlığı azaltacak politikaların geliştirilmesi, sadece bireysel değil; kurumsal bir sorumluluktur.
5. Sonuç: Akademik Emeği Yeniden Düşünmek
Bu çalışma, akademik üretkenliğin hız, performans ve görünürlük kavramlarıyla nasıl iç içe geçtiğini; bu durumun akademik emeği, zamanı ve duyguları nasıl dönüştürdüğünü tartışmaktadır. Akademi, giderek daha fazla “verimli”, “etkili” ve “hesap verebilir” olmayı talep eden bir sisteme dönüşmektedir. Ancak bu talepler, düşünme sürecinin doğasını, bilginin oluşumunu ve akademik emeğin etik boyutunu tehdit etmektedir.
Bilimsel üretim, yalnızca metin üretimi değil; aynı zamanda anlam üretimidir. Bu anlamın inşası ise hızla değil; zamanla, sabırla ve kolektif çabayla mümkündür. Bu nedenle akademik emeği değerlendirirken yalnızca çıktı odaklı değil; süreç odaklı bir yaklaşım benimsemek gereklidir. Akademik zaman, hızla tüketilecek bir kaynak değil; özenle kullanılacak bir düşünme alanıdır.
Son olarak, akademiyi yalnızca bir “bilgi üretim kurumu” değil; aynı zamanda bir “anlam arayışı topluluğu” olarak düşünmek, hem bireysel hem de kurumsal dönüşüm için önemli bir adım olabilir. Bu bağlamda akademik emeği, rekabet değil; dayanışma, hız değil; derinlik, üretkenlik değil; anlam üzerinden yeniden tanımlamak, daha insani ve sürdürülebilir bir akademik yaşamın kapılarını aralayacaktır.
Kaynakça
Ahmed, S. (2012). On Being Included: Racism and Diversity in Institutional Life. Duke University Press.
Berg, M., & Seeber, B. K. (2016). The Slow Professor: Challenging the Culture of Speed in the Academy. University of Toronto Press.
Bourdieu, P. (1988). Homo Academicus. Stanford University Press.
Gill, R. (2009). Breaking the Silence: The Hidden Injuries of the Neoliberal University. In R. Flood & R. Gill (Eds.), Secrecy and Silence in the Research Process (pp. 228–244). Routledge.
Hartman, Y. (2001). Understandings of “Independent” Youth. Youth & Society, 33(2), 201–227.
Lynch, K. (2010). Carelessness: A Hidden Doxa of Higher Education. Arts and Humanities in Higher Education, 9(1), 54–67.
McClure, M. (2007). The Academic Self: An Owner’s Manual. University of Chicago Press.
Menzies, H., & Newson, J. (2008). No Time to Think: Academics’ Life in the Globally Marketed University. Time & Society, 17(1), 5–26.
Mountz, A. et al. (2015). For Slow Scholarship: A Feminist Politics of Resistance through Collective Action in the Neoliberal University. ACME: An International Journal for Critical Geographies, 14(4), 1235–1259.
Shore, C., & Wright, S. (2000). Coercive Accountability: The Rise of Audit Culture in Higher Education. In M. Strathern (Ed.), Audit Cultures: Anthropological Studies in Accountability, Ethics and the Academy (pp. 57–89). Routledge.