Türkiye’de Üniter Yapı, Günlük Etnik ve Mezhepsel Söylemler’in Yapısal Tehlikesi,

 27 Ağustos 2025

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, üniter devlet yapısını esas alan bir siyasi organizasyon üzerine inşa edilmiştir. Bu anlayış, toplumsal birlik ve beraberliği, ortak bir millet kimliği altında toplamayı hedeflerken, etnik ve dini farklılıkların ayrıştırıcı değil, bütünleştirici bir çerçevede ele alınmasını amaçlamıştır (Ahmad, 1993). Ancak özellikle 1980 sonrası dönemde, gerek iç dinamikler gerekse uluslararası müdahalelerle birlikte, Türkiye’de etnik kimliklerin ve mezhepsel ayrışmaların siyasal söylemde daha görünür hale geldiği gözlemlenmektedir. Bu durum, üniter devlet yapısının geleceği üzerine akademik ve siyasi tartışmaların yoğunlaşmasına yol açmıştır.

Etnik ve dini kimliklerin siyasallaştırılması, yalnızca iç politik dengeleri etkilemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal bütünleşmeyi de tehdit eden bir unsur haline gelebilir. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde, bir toplumda kimliklerin sürekli olarak politik alanda dile getirilmesi, ortak aidiyet duygusunu zayıflatmakta ve “biz” algısını parçalamaktadır (Smith, 1991). Türkiye özelinde bu sürecin, özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası dönemde, kontrollü bir şekilde yönetilmediği ve aksine siyasi rekabetin bir parçası haline getirildiği iddia edilmektedir.

Bölgesel ve küresel politikaların da bu süreçte etkili olduğu açıktır. 1990’lı yıllardan itibaren ABD merkezli “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP), Türkiye’yi etnik ve dini kimlikler üzerinden yeniden yapılandırma çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmiştir (Fuller, 2008). Turgut Özal döneminde başlayan “açılım” politikaları, kimi araştırmacılara göre bu projenin erken bir uygulaması olarak yorumlanmıştır (Çandar, 2000). Bu perspektiften bakıldığında, Türkiye’deki kimlik söylemleri yalnızca yerel bir olgu değil, aynı zamanda küresel güç dengeleriyle de ilişkili bir stratejik hamledir.

KURAMSAL ÇERÇEVE

Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimliklerin siyasallaşması meselesi, yalnızca güncel politik gelişmelerle açıklanamayacak kadar derin tarihsel ve kuramsal arka plana sahiptir. Siyasal bilimler literatüründe, üniter devlet modeli ile federal devlet modeli arasındaki fark, bu tartışmaları anlamak açısından önemli bir çerçeve sunmaktadır. Üniter devlet, bütün vatandaşlarını tek bir egemenlik yapısı altında toplarken, federal yapılar etnik veya bölgesel farklılıkları anayasal düzeyde tanır (Elazar, 1987). Türkiye’nin kuruluş felsefesi, üniter devlet anlayışını tercih etmiş ve bu modeli, ulusal bütünlüğün temel güvencesi olarak görmüştür.

Kimlik siyaseti kuramları, etnik ve dini kimliklerin siyasallaşmasını açıklamada sıkça kullanılan yaklaşımlardır. Bu kuramlar, kimliğin yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif ve politik bir olgu olduğunu vurgular. Örneğin, konstrüktivist yaklaşıma göre etnik kimlikler tarihsel süreçte inşa edilir ve bu kimliklerin siyasette kullanılabilir hale gelmesi, çoğu zaman siyasi elitlerin stratejik tercihleriyle ilişkilidir (Anderson, 1991). Türkiye’de de etnik kimliklerin görünürlüğü, özellikle 1980 sonrası dönemde devlet politikaları ve uluslararası müdahalelerle birlikte yeniden tanımlanmıştır.

Sosyolojik perspektiften bakıldığında, Émile Durkheim’ın toplumsal dayanışma kavramı önemli bir açıklama çerçevesi sunar. Durkheim, toplumsal bütünleşmenin ortak değerler, semboller ve ritüeller aracılığıyla sağlandığını ileri sürer (Durkheim, 1997). Bu bakış açısıyla, Türkiye’de etnik ve dini kimliklerin sürekli olarak ön plana çıkarılması, ortak bir “millet” bilincini zayıflatmakta ve toplumsal dayanışmayı çözülmeye açık hale getirmektedir. Özellikle medya ve siyaset aracılığıyla bu kimliklerin sürekli vurgulanması, psikolojik olarak farklılıkların büyütülmesine yol açmaktadır.

Uluslararası ilişkiler kuramları da Türkiye’deki bu süreci anlamada kritik öneme sahiptir. Realist yaklaşım, küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda etnik ve dini meselelerin manipüle edilebileceğini öne sürer (Waltz, 1979). Buna göre, Türkiye’deki kimlik siyasetinin küresel projelerle ilişkilendirilmesi, özellikle BOP çerçevesinde anlaşılabilir. Liberal kuram ise kimliklerin tanınmasını demokratikleşmenin bir parçası olarak görür; ancak bu süreç, kontrolsüz bir şekilde yönetildiğinde üniter devletin zayıflaması riskini beraberinde getirir. Dolayısıyla, farklı kuramsal yaklaşımlar Türkiye’nin deneyimini çok boyutlu olarak analiz etmemizi mümkün kılmaktadır.

TÜRKİYE’DE ETNİK VE MEZHEPSEL SÖYLEM

Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimliklerin siyasal söyleme girişi, esasen Cumhuriyet dönemi boyunca farklı biçimlerde gündeme gelmiştir. Ancak özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, devletin güvenlikçi yaklaşımıyla birlikte bu meseleler daha da derinleşmiştir. 1980 sonrası siyasal sistem, partiler üstü bir biçimde etnik farklılıkları kontrol altında tutmayı hedeflese de, darbenin yarattığı travmatik ortam kimlik siyasetinin yeniden doğmasına zemin hazırlamıştır (Ahmad, 1993). Bu dönemde “Kürt kimliği” başta olmak üzere, etnik farklılıkların bastırılmasına yönelik politikalar, paradoksal bir şekilde bu kimliklerin daha görünür hale gelmesine yol açmıştır.

1983 sonrasında iktidara gelen Turgut Özal, ekonomik liberalizasyon politikalarının yanı sıra, siyasal söylemde de görece daha esnek bir yaklaşım benimsemiştir. Özellikle yapay  “Kürt kimliğinin” tanınması konusunda Özal’ın reformist söylemleri, bir kesim tarafından demokratikleşme adımı olarak görülürken, başka bir kesim tarafından ise üniter devlet yapısını zedeleyen bir süreç olarak değerlendirilmiştir (Çandar, 2000). Bu dönemde, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde “Büyük Ortadoğu Projesi”nin erken tartışmaları da gündeme girmiştir. Bu nedenle Özal dönemi, kimlik siyasetinin hem iç hem de dış faktörlerle şekillendiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır.

2000’li yıllardan itibaren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, “açılım politikaları” adı altında farklı etnik ve dini gruplara yönelik reform girişimlerini gündeme getirmiştir. Bu süreçte “Kürt Açılımı”, “Alevi Çalıştayları” ve farklı azınlık haklarına ilişkin yasal düzenlemeler kamuoyunda geniş tartışmalara yol açmıştır (Keyman, 2010). Bu girişimler CHP ve MHP tarafındanda son 10 yıldır desteklenmektedir. Her ne kadar bu girişimler sözde “demokratikleşme” çerçevesinde savunulmuş olsa da, karşıt görüşler bu politikaların toplumsal birlik ve beraberliği zayıflattığını ve ayrışmayı teşvik ettiğini ileri sürmüştür.

Mezhepsel farklılıkların siyasal söylemde daha çok dile getirilmesi ise özellikle “Alevi kimliği” üzerinden gerçekleşmiştir. Türkiye’nin toplumsal yapısında önemli bir yeri olan Alevilik, uzun süre görmezden gelinen bir kimlik olduğu doğrudur. Ancak son yıllarda bu kimlik, hem kültürel hem de siyasal düzlemde daha fazla gündeme gelmektedir (Massicard, 2013). Bu yapılanlar iyi niyetle yapılan açılımlar değil  BOP çerçevesinde ve ayrıştırmaya körüklüyen bir siyasi amaca hizmet ettiği, kullanılan argümanlar ve bu konudaki siyasallaşmaya varan verilerle artık  aşıkardır. Bununla birlikte, etnik ve dini kimliklerin sürekli olarak siyasal alanda vurgulanması, üniter devlet anlayışını zayıflatan bir sürece dönüşmektedir. Böylece, etnik ve mezhepsel söylemlerin Türkiye siyasetinde “günlük literatür” haline gelmesi, Türkiye için BOP’un amaçladığı bir biçim ve içerikte ortak ulusal kimliği parçalayan bir dinamik olarak değerlendirilmektedir.

ULUSLARARASI KARŞILAŞTIRMALAR

Türkiye’de etnik ve mezhepsel söylemlerin giderek artan şekilde siyasal gündemi belirlemesi, genellikle Batı ülkeleriyle karşılaştırmalı olarak ele alınmaktadır. Üniter devlet geleneğinin güçlü olduğu Fransa, bu açıdan önemli bir örnektir. Fransız siyasal sistemi, Cumhuriyetçi değerler etrafında şekillenmiş olup, etnik ve dini kimliklerin siyasal söylemde dile getirilmesini ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. Fransa’da resmi olarak “azınlık” kavramı tanınmamakta, bütün yurttaşlar “Fransız” kimliği altında eşit kabul edilmektedir (Weil, 2008). Bu yaklaşım, toplumsal bütünlüğü koruma amacıyla benimsenmiş olsa da, zaman zaman göçmen toplulukların kendilerini dışlanmış hissetmelerine yol açabilmektedir.

Birleşik Krallık ise, çokkültürlülük politikalarıyla öne çıkan bir ülkedir. Burada etnik ve dini kimliklerin kamusal alanda ifade edilmesi görece daha özgürdür. Ancak bu özgürlük, siyasal partilerin kimlik temelli ayrıştırıcı bir dil kullanmalarıyla değil, daha çok kültürel çeşitliliğin korunmasıyla sınırlı tutulmuştur (Modood, 2007). Yani, siyasal partiler etnik veya dini kimlikler üzerinden doğrudan politika üretmek yerine, farklılıkları kapsayan sosyal politikalar geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Birleşik Krallık örneği Türkiye’den farklı olarak kimliklerin tanınmasını, fakat siyasallaştırılmamasını teşvik etmektedir.

ABD’de ise federal yapı ve güçlü sivil toplum gelenekleri, kimliklerin kamusal görünürlüğünü artırmıştır. Ancak Amerikan siyasal sisteminde etnik veya dini temelli partilerin iktidara gelmesi mümkün değildir. Çünkü seçim sistemi ve anayasal düzen, partilerin ulusal düzeyde geniş koalisyonlar kurmasını zorunlu hale getirmektedir (Huntington, 2004). Dolayısıyla, ABD’de farklı kimlikler toplumsal ve kültürel alanda görünürken, siyasal alanda bu kimlikler ulusal bir çerçevede eritilmektedir. Bu model, kimliklerin siyaseti belirlemesinden ziyade, siyasetin kimlikler üzerinde kapsayıcı bir rol oynamasını sağlar.

İtalya gibi ülkeler ise, bölgesel kimliklerin güçlü olduğu federatif eğilimli yapılar barındırsa da, ulusal bütünlük üzerinde hassasiyet göstermektedir. Örneğin Kuzey İtalya’daki ayrılıkçı söylemler siyasal sistem içinde zaman zaman gündeme gelse de, anayasal düzen ulusal birlikten taviz vermemektedir (Putnam, 1993). Bu örnekler, Türkiye’deki tartışmalar açısından kritik bir ders sunmaktadır: Etnik ve dini kimlikler birçok ülkede vardır, fakat bu kimliklerin sürekli siyasal söylemin merkezine oturtulması hem üniter hem de federal sistemlerde sınırlı tutulmaktadır. Türkiye’deki mevcut durumun aksine, Batı demokrasilerinde kimlikler siyasetin bir parçası olmakla birlikte, ulusal bütünlüğü tehdit edecek boyuta taşınmamaktadır.

PSİKOLOJİK VE SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLER

Kimliklerin siyasal söylemde sürekli dile getirilmesi, yalnızca siyasal sistemi değil, bireylerin psikolojisini de derinden etkilemektedir. Sosyal psikoloji literatürüne göre, bireyler kimliklerini diğer gruplarla karşılaştırarak anlamlandırır ve bu süreçte “biz” ve “onlar” ayrımı keskinleşir (Tajfel & Turner, 1986). Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimliklerin siyasal tartışmaların merkezine taşınması, toplumsal gruplar arasındaki güven ilişkisini zayıflatmakta, ötekileştirme ve kutuplaşmayı artırmaktadır. Bu durum, ortak bir ulusal kimliğin inşasını zorlaştırmakta ve bireylerin aidiyet duygusunu parçalamaktadır.

Toplum psikolojisi açısından değerlendirildiğinde, kimlik temelli söylemler travmatik toplumsal hafızaları yeniden canlandırabilmektedir. Özellikle 1970’li , 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşanan şiddet olayları, birçok etnik ve mezhepsel grubun kolektif belleğinde derin izler bırakmıştır (Bar-Tal, 2003). Siyasal aktörlerin bu hafızaları politik amaçlarla gündeme getirmesi, toplumsal yaraları iyileştirmek yerine daha da derinleştirmektedir. Bu bağlamda, siyasal söylemlerin bilinçli bir şekilde yönetilmesi, toplumsal barış açısından kritik öneme sahiptir.

Kültürel antropoloji perspektifinden bakıldığında, kimlikler yalnızca biyolojik veya etnik kökenlere değil, aynı zamanda günlük yaşam pratiklerine, sembollere ve ritüellere dayanır (Geertz, 1973). Türkiye’de etnik ve dini kimliklerin sürekli vurgulanması, farklı kültürel pratiklerin birbirinden kopmasına yol açmakta, toplumsal bütünlüğü sağlayan ortak sembollerin zayıflamasına neden olmaktadır. Bu süreç, toplumsal dokuyu parçalayarak, farklı grupların birbirini “ayrı milletler” gibi görmesine zemin hazırlamaktadır.

Felsefi açıdan, kimlik söylemlerinin yoğunluğu, “ortak iyilik” kavramını zedelemektedir. Aristoteles’in siyaset anlayışında olduğu gibi, toplumun temel amacı bireysel çıkarların ötesinde ortak bir iyiye ulaşmaktır (Aristotle, 1996). Ancak Türkiye’de etnik ve mezhepsel söylemlerin siyasal alanda giderek artması, ortak iyiliğin yerini grup çıkarlarına bırakmasına neden olmaktadır. Bu da hem siyasal kurumlara duyulan güveni hem de vatandaşların ortak yaşam bilincini zayıflatmaktadır. Dolayısıyla, psikolojik ve sosyo-kültürel açıdan bakıldığında, kimlik söylemlerinin üniter devlet yapısını tehdit eden en önemli unsurlardan biri olduğu söylenebilir.

BOP VE TÜRKİYE’NİN ÜNİTER YAPISI

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 2000’li yılların başında Amerika Birleşik Devletleri tarafından ortaya konulan ve Orta Doğu’da siyasi, ekonomik ve kültürel dönüşümleri hedefleyen geniş kapsamlı bir stratejik projedir. Projenin resmi söyleminde demokratikleşme, insan hakları ve ekonomik kalkınma gibi kavramlar öne çıkarılmıştır (Cook, 2005). Ancak birçok araştırmacı, BOP’un asıl amacının bölgedeki ulus-devlet yapılarının zayıflatılması ve küresel güç dengeleri açısından daha kolay yönetilebilir parçalı yapılar oluşturmak olduğunu ileri sürmektedir (Fuller, 2008). Bu bağlamda Türkiye, jeopolitik konumu ve tarihsel rolü nedeniyle projenin merkez ülkelerinden biri olarak görülmüştür.

Türkiye açısından BOP’un en kritik boyutu, etnik ve dini kimliklerin siyasal alanda daha görünür hale gelmesidir. ABD ve Batılı “müttefikler”, Türkiye’de kimlik temelli açılımları desteklemiş, bu çerçevede özellikle “Kürt sorunu ve Alevi kimliği” gibi meseleler uluslararası rapor ve diplomatik belgelerde gündeme taşınmıştır (Kirişci, 2004). Bu süreç, Türkiye’de kimlik siyasetinin yalnızca iç dinamiklerle değil, aynı zamanda dış müdahalelerle de şekillendiğini göstermektedir. Özellikle 2000’li yıllarda ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarında bu yönlendirici etkiler açıkça görülmüştür.

BOP çerçevesinde Türkiye’de gündeme gelen açılımlar, demokratikleşme söylemi altında sunulmuş olsa da, pratikte üniter devlet yapısını zayıflatan sonuçlar doğurmuştur. Örneğin “Kürt Açılımı” ve “Alevi Çalıştayları” gibi girişimler, toplumun bir kesimi tarafından olumlu karşılansa da, başka bir kesim tarafından “Türkiye’yi parçalama stratejisinin” parçası olarak yorumlanmıştır (Yavuz, 2009). Bu nedenle, BOP politikalarının Türkiye’deki yansımaları, siyasal kutuplaşmayı ve toplumsal gerilimleri artırmıştır.

Stratejik açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye’nin üniter yapısının korunması yalnızca bir anayasal zorunluluk değil, aynı zamanda ulusal güvenliğin de temel unsurudur. Üniter yapı zayıfladığında, ülkenin farklı bölgelerinde ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesi kaçınılmaz hale gelebilir. Bu da Türkiye’nin uluslararası alanda kırılgan bir aktör haline gelmesine yol açar. Dolayısıyla BOP, yalnızca bir dış politika projesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin iç bütünlüğünü hedef alan bir stratejik hamle olarak görülmelidir. Bu bağlamda, üniter yapının korunması, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığı ve güvenliği açısından yaşamsal bir önem taşımaktadır.

ATATÜRKÇÜ STRATEJİLER VE KARŞI SÖYLEMLER

Atatürk’ün siyasal felsefesi, üniter devlet anlayışının ve ulusal kimliğin temel taşlarını oluşturmuştur. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde etnik ve dini kimlikler yerine, ortak bir “Türk milleti” kimliği inşa edilmiştir. Bu yaklaşım, ulus-devletin bütün vatandaşlarını kapsayıcı bir şekilde birleştirmeyi hedeflemiştir (Atatürk, 1927/2005). Atatürkçü stratejinin özünde, farklılıkların siyasal söylemde ayrıştırıcı unsurlar haline gelmesini engellemek ve ortak bir milli şuur oluşturmak vardır. Bu bağlamda, günümüzdeki kimlik temelli söylemlere karşı Atatürkçü bakış açısı, yeniden birleştirici bir çerçeve sunmaktadır.

Atatürkçü stratejinin en önemli dayanaklarından biri “millî birlik ve beraberlik” ilkesidir. Bu ilke, ulusun bütün farklılıklarını bir arada tutacak ortak değerlerin geliştirilmesini öngörür. Günümüzde, bu değerlerin özellikle eğitim ve kültürel politikalar aracılığıyla yeniden güçlendirilmesi gerekmektedir. Eğitim müfredatında ulusal kimliği pekiştiren, ortak tarih ve kültür bilincini öne çıkaran içeriklerin yer alması, kimlik temelli ayrışmalara karşı güçlü bir toplumsal bağ oluşturabilir (Kaplan, 1999). Bu süreçte medya ve sivil toplum da, ayrıştırıcı değil birleştirici bir dil geliştirmelidir.

Atatürkçü stratejinin bir diğer boyutu da, bağımsızlık ve anti-emperyalist duruştur. Türkiye’nin üniter yapısını hedef alan dış müdahalelere karşı en güçlü kalkan, ulusal bağımsızlık bilincidir. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı, hem iç barışı hem de dış politikada bağımsız bir duruşu ifade eder. Bu çerçevede, BOP gibi projelere karşı, özellikle hündemde olan TBMM’de  ABD talimatıyla kurulan BOP – Barrack komisyonuna ( sözde açılım- kardeşlik komisyonu)   karşı en etkili strateji, Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarını merkeze alan bağımsız bir siyaset üretmesidir (Mango, 1999). Böylece, hem içeride farklılıkların birliğe dönüştürülmesi hem de dışarıda emperyalist projelere karşı direnç geliştirilmesi mümkün hale gelir.

Son olarak, Atatürkçü söylemin günümüzde yeniden etkin hale getirilmesi için akademik, kültürel ve siyasi düzeyde bir seferberlik gerekmektedir. Üniversiteler, düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri, Atatürkçü vizyonu güncelleyerek topluma sunmalıdır. Bu süreçte yalnızca nostaljik bir söylem değil, günümüzün sosyo-politik gerçeklerine uyarlanmış bir strateji gereklidir. Atatürkçülük, çağdaş dünyanın değerleriyle uyumlu bir şekilde yeniden yorumlandığında, Türkiye’nin üniter yapısına yönelik tehditlere karşı en güçlü ideolojik zemin olarak işlev görebilir.

KAYNAKÇA (Genel)

• Ahmad, F. (1993). The Making of Modern Turkey. London: Routledge.

• Anderson, B. (1991). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. London: Verso.

• Aristotle. (1996). Politics. (C. Lord, Trans.). Chicago: University of Chicago Press.

• Atatürk, M. K. (2005). Nutuk. (Orijinal basım 1927). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

• Bar-Tal, D. (2003). Collective Memory of Political Events: Social Psychological Perspectives. In P. Licata & N. Leone (Eds.), Social Representations in the “Social Arena”. London: Routledge.

• Çandar, C. (2000). Turgut Özal: Bir dönemin portresi. İstanbul: İletişim Yayınları.

• Cook, S. A. (2005). The United States and the Middle East: Interests and Ideals. New York: Council on Foreign Relations.

• Durkheim, É. (1997). The Division of Labor in Society. New York: Free Press. (Orijinal eser 1893).

• Elazar, D. J. (1987). Exploring Federalism. Tuscaloosa: University of Alabama Press.

• Fuller, G. (2008). The New Turkish Republic: Turkey as a Pivotal State in the Muslim World. Washington: US Institute of Peace.

• Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures. New York: Basic Books.

• Huntington, S. P. (2004). Who Are We? The Challenges to America’s National Identity. New York: Simon & Schuster.

• Kaplan, İ. (1999). Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi. İstanbul: İletişim Yayınları.

• Keyman, E. F. (2010). Modern Türkiye’de kimlik ve demokrasi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

• Kirişci, K. (2004). The Kurdish Question and Turkish Foreign Policy. In T. Balcı & R. Olson (Eds.), The Kurdish Question in U.S. Foreign Policy. New York: Nova Publishers.

• Mango, A. (1999). Atatürk. London: John Murray.

• Massicard, E. (2013). The Alevis in Turkey and Europe: Identity and Managing Territorial Diversity. London: Routledge.

• Modood, T. (2007). Multiculturalism. Cambridge: Polity Press.

• Putnam, R. (1993). Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Italy. Princeton: Princeton University Press.

• Smith, A. D. (1991). National Identity. Reno: University of Nevada Press.

• Tajfel, H., & Turner, J. C. (1986). The Social Identity Theory of Intergroup Behavior. In S. Worchel & W. G. Austin (Eds.), Psychology of Intergroup Relations (pp. 7–24). Chicago: Nelson-Hall.

• Waltz, K. (1979). Theory of International Politics. Reading: Addison-Wesley.

• Weil, P. (2008). How to Be French: Nationality in the Making since 1789. Durham: Duke University Press.

• Yavuz, M. H. (2009). Secularism and Muslim Democracy in Turkey. Cambridge: Cambridge University Press.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir