Oslo, 30 Eylül 2025
21. yüzyılın ikinci çeyreğine yaklaşırken uluslararası sistem, Soğuk Savaş sonrası oluşmuş dengeleri hızla geride bırakmakta ve yeni bir güç mücadelesine sahne olmaktadır. ABD’nin küresel hegemonyasını sürdürme isteği ile Çin’in yükselen ekonomik ve askeri kapasitesi arasındaki rekabet, dünya siyasetinin en belirleyici unsuru haline gelmiştir. Bu rekabet yalnızca iki devlet arasındaki çekişmeden ibaret değildir; aynı zamanda küresel düzenin nasıl şekilleneceğini, hangi değerlerin ve hangi güç bloklarının ön plana çıkacağını belirleyecek bir sürecin habercisidir.
Pentagon’un son dönemde aldığı kararlar, ABD yönetiminin neredeyse bir savaş kabinesi görünümünde olması ve askeri bütçelerin rekor seviyelere ulaşması, Washington’un önümüzdeki on yıl için hazırlıklarının ne kadar ciddiyetle yürütüldüğünü göstermektedir. Avrupa’daki ve ABD’deki silah fabrikalarının tam kapasite çalışması, modern savaşın yalnızca cephede değil aynı zamanda endüstriyel üretim hatlarında da sürdürüldüğünün işaretidir. Bu durum, uluslararası kamuoyunda giderek artan bir “savaşın kaçınılmazlığı” algısı yaratmaktadır.
Ukrayna-Rusya savaşı, Batı dünyasının beklentilerini büyük ölçüde boşa çıkarmış; Rusya’nın hâlâ güçlü bir askeri ve stratejik kapasiteye sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu gelişme, ABD’nin dikkatini daha da yoğun bir şekilde Asya-Pasifik bölgesine çevirmesine neden olmuştur. Zira Washington, Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişini yalnızca rekabet unsuru değil, varoluşsal bir tehdit olarak değerlendirmektedir. 2030’a gelindiğinde Çin’in hem ekonomik büyüklük hem de teknolojik üretim kapasitesi açısından ABD’yi geçeceği öngörülmektedir.
Bununla birlikte Ortadoğu, jeopolitik denklemde hâlâ kritik bir rol oynamaktadır. İsrail’in saldırgan politikaları, İran’ın Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkiler ve Türkiye’nin denge siyaseti, küresel güçlerin bölgedeki manevralarını doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla ABD-Çin rekabeti yalnızca Asya-Pasifik’te değil, çok katmanlı bir şekilde Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada kendisini hissettirmektedir.
ABD’nin Askeri ve Stratejik Hamleleri
ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel düzenin hem güvenlik hem de ekonomik boyutlarını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmiştir. Ancak 21. yüzyılda karşı karşıya olduğu en büyük zorluk, Çin’in yükselişiyle birlikte bu hegemonyayı sürdürmenin giderek zorlaşmasıdır. Washington, bu duruma yalnızca ekonomik yaptırımlar veya diplomatik girişimlerle değil, aynı zamanda doğrudan askeri güç projeksiyonu ile karşılık vermeye çalışmaktadır.
Pentagon’un 800’e yakın amiral ve generali bir araya toplaması, ABD’nin askeri stratejilerini yeniden gözden geçirdiğinin güçlü bir göstergesidir. Bu tür toplantılar, yalnızca rutin koordinasyon amaçlı değil, aynı zamanda yeni bir “küresel seferberlik” ruhunun inşası açısından da önem taşımaktadır. ABD, uzun süredir birden fazla cephede savaşma kapasitesini stratejik doktrinlerinin merkezine koymuş; bugün ise bu kapasiteyi Çin ve Rusya karşısında eş zamanlı olarak kullanabilme ihtimalini değerlendirmektedir.
Hint-Pasifik bölgesi, Washington’un stratejik önceliklerinin başında gelmektedir. QUAD (ABD, Hindistan, Japonya, Avustralya) ve AUKUS (ABD, İngiltere, Avustralya) gibi güvenlik mekanizmaları, ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinin somut örnekleridir. Özellikle Avustralya’ya nükleer denizaltı teknolojisinin transferi, Washington’un uzun vadeli askeri ittifaklar inşa ederek bölgedeki varlığını kalıcı hale getirme niyetini açıkça ortaya koymaktadır.
Bunun yanı sıra ABD, Avrupa’daki NATO müttefiklerini de Çin karşısındaki mücadeleye dolaylı olarak dahil etmeye çalışmaktadır. Ukrayna savaşı, bu açıdan bir “ara cephe” olarak görülmektedir. Moskova’yı yıpratmak, yalnızca Rusya’nın gücünü kırmak için değil, aynı zamanda Çin’in potansiyel bir müttefikini zayıflatmak için de kritik bir hamle olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla ABD, Ukrayna savaşını Avrupa’da sürdürürken Asya-Pasifik’te Çin’i sınırlandırmaya yönelik hazırlıklarını hızlandırmaktadır.
ABD’nin askeri bütçesi, tarihin en yüksek seviyelerine ulaşmıştır. 2024 yılı itibariyle Pentagon’un savunma harcamaları 850 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu bütçenin büyük bir kısmı donanma gücünün artırılması, hipersonik silah sistemlerinin geliştirilmesi ve uzay tabanlı askeri kapasitenin genişletilmesi için kullanılmaktadır. Washington, yeni nesil savaşın yalnızca karada veya denizde değil, aynı zamanda uzayda ve siber alanda yürütüleceğini öngörmektedir.
ABD’nin diplomatik hamleleri de askeri stratejiyi tamamlayacak şekilde gelişmektedir. Washington, Asya-Pasifik’te Filipinler, Güney Kore ve Tayvan ile ilişkilerini derinleştirirken aynı zamanda Ortadoğu’da İsrail’e sınırsız destek vererek İran ve onun müttefiklerini baskı altına almaya çalışmaktadır. Böylece ABD, hem Atlantik’te hem de Pasifik’te “iki cepheli” bir strateji yürütmekte; müttefiklerini yanına çekerek küresel bir bloklaşma sürecini hızlandırmaktadır.
Çin’in Yükselişi ve Küresel Dengeler
Çin, 1980’lerden bu yana uyguladığı reform ve dışa açılma politikalarıyla küresel sistemin en önemli aktörlerinden biri haline gelmiştir. Bugün Çin, dünyanın en büyük ihracatçısı, en büyük üretim merkezi ve aynı zamanda hızla gelişen bir teknoloji üssüdür. ABD için asıl tehdit, Pekin’in yalnızca ekonomik gücü değil, bu ekonomik potansiyeli askeri ve jeopolitik bir etkiye dönüştürme kapasitesidir.
Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”, Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya uzanan geniş bir yatırım ağıyla Pekin, ekonomik bağımlılıklar yaratarak küresel nüfuz alanını genişletmektedir. Bu proje, yalnızca altyapı yatırımları değil, aynı zamanda ticaret yolları, enerji koridorları ve dijital ağlar üzerinden de stratejik bağımlılık ilişkileri üretmektedir.
Askeri alanda Çin’in hızlı bir ilerleme kaydettiği görülmektedir. Özellikle donanma gücünün büyümesi, Pekin’in Güney Çin Denizi’nde daha iddialı bir politika izlemesini sağlamaktadır. Hipersonik füze teknolojilerindeki başarılar ve modern hava savunma sistemlerinin geliştirilmesi, ABD’nin bölgedeki askeri üstünlüğünü sorgulanır hale getirmektedir. Tayvan meselesi, Çin’in kırmızı çizgisi olarak öne çıkmaktadır.
Çin’in yükselişi yalnızca askeri ve ekonomik boyutlarla sınırlı değildir. Pekin, teknolojik inovasyonda da büyük adımlar atmaktadır. Yapay zeka, 5G, kuantum bilişim ve biyoteknoloji alanlarındaki yatırımlar, Çin’in stratejik avantajını güçlendirmektedir.
Diplomatik düzlemde Çin, Batı’nın sert güç yaklaşımına kıyasla yumuşak güç stratejisi izlemekte, Afrika ve Latin Amerika’da ekonomik ortaklıklar aracılığıyla nüfuz alanını genişletmektedir. Çin’in Rusya ile stratejik işbirliği, ABD’nin küresel baskılarına karşı dirençli bir cephe oluşturmaktadır.
Rusya Faktörü ve Ukrayna Savaşı
Rusya, tarihsel olarak Avrupa-Atlantik ittifakına karşı denge unsuru olmuş; enerji kaynakları, askeri kapasitesi ve jeopolitik konumu sayesinde uluslararası siyasette belirleyici bir aktör rolü üstlenmiştir. Ukrayna savaşı, bu denklemin en görünür sahası haline gelmiştir.
Batı dünyası, Rusya’nın kısa sürede zayıflayacağını öngörmüştü; ancak Moskova hem askeri hem de ekonomik olarak ayakta kalmayı başarmıştır. Rusya, Çin ve İran ile stratejik ortaklık kurarak Batı karşıtı bir cephe oluşturmuştur. Ukrayna sahasındaki çatışmalar, modern savaşın çok boyutlu doğasını ortaya koymuş; insansız hava araçları, siber saldırılar ve enerji altyapısına yönelik operasyonlar, 21. yüzyıl savaşlarının çok boyutlu karakterini göstermiştir. Bu çatışma, yalnızca Rusya’nın Batı’ya karşı direncini ortaya koymakla kalmamış, aynı zamanda Çin’e karşı yürütülecek stratejiler için de önemli dersler sunmuştur. ABD, Pekin’in olası bir çatışmada yaratacağı meydan okumanın farkındadır; bu nedenle önümüzdeki yıllarda çok cepheli hazırlıklar yürütmektedir.
Ortadoğu Dinamikleri ve Yeni İttifaklar
Ortadoğu, enerji kaynakları ve stratejik konumuyla küresel güçlerin ilgisini çekmeye devam etmektedir. İsrail, ABD’nin en kritik müttefiki olarak bölgedeki operasyonlarını sürdürmekte; İran ve Lübnan’daki güç odakları ile olan çatışmaları, küresel aktörleri doğrudan sürece dahil etmektedir. ABD, İsrail’e verdiği destekle bölgedeki stratejik hedeflerini güvence altına alırken, Çin ve Rusya ise İran ve diğer bölgesel aktörlerle ilişkilerini güçlendirerek denge unsuru oluşturuyor.
İran’ın Rusya ve Çin ile geliştirdiği işbirlikleri, yaptırımlara rağmen Tahran’ın dirençli olmasını sağlamaktadır. Suudi Arabistan, Türkiye, Irak ve Pakistan ile önerdiği ortak savunma mekanizmaları, bölgedeki dengeleri değiştirme potansiyeline sahiptir. Bu durum, Ortadoğu’yu çok katmanlı savaş senaryolarının ilk kıvılcım noktalarından biri hâline getirmektedir.
Türkiye’nin rolü ise kritik bir dengeleyici olarak öne çıkmaktadır. NATO üyesi olmasına rağmen Rusya ve Çin ile ilişkilerini sürdürerek esnek bir dış politika yürütmektedir. Ankara’nın Ortadoğu’daki diplomatik ve askeri manevraları, hem bölgesel hem de küresel savaş senaryolarını doğrudan etkileyebilmektedir. Türkiye’nin denge politikası, ABD’nin baskıları ve Moskova-Pekin’in stratejik teklifleri arasında gidip gelerek bölgesel dengelerin şekillenmesinde belirleyici rol oynamaktadır.
Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu arasında köprü işlevi gören kritik bir coğrafyada yer almaktadır. NATO üyeliği, Batı ile ilişkilerini güçlü tutarken; Rusya ve Çin ile yürüttüğü stratejik işbirlikleri (BRİCS ve ŞİÖ üzerinden de) Ankara’ya bağımsız hareket alanı sunmaktadır. Türkiye, hem bölgesel hem de küresel düzeyde çatışmaların yönünü etkileyebilecek bir güç merkezidir.
Türkiye’nin enerji ve savunma işbirlikleri, Ukrayna ve Ortadoğu krizlerinde dengeleyici bir aktör olmasını sağlamaktadır. ABD’nin Türkiye’yi kendi safına çekme çabaları, Moskova ve Pekin’in Ankara’yı Batı’dan uzaklaştırma girişimleriyle paralel yürümektedir. Bu durum, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda stratejik manevra kabiliyetinin kritik önem taşıdığını göstermektedir.
ABD’nin Borç Yükü ve Savaş Motivasyonu
ABD’nin 39 trilyon doları aşan borç yükü, ekonomik ve stratejik kararları doğrudan etkilemektedir. Bu devasa borç, Washington’u hem iç politikada hem de dış politikada agresif adımlar atmaya itebilir. Tarihsel olarak ekonomik kriz ve borç yükü altında olan devletlerin dışarıya yönelerek çatışma ortamı yaratma eğilimi gösterdiği görülmektedir.
Bu çerçevede ABD’nin olası bir küresel çatışma arayışı, yalnızca askeri ve diplomatik hedeflerden değil; aynı zamanda ekonomik fayda sağlama ve doların rezerv para konumunu koruma motivasyonundan kaynaklanmaktadır. Ukrayna ve Ortadoğu örnekleri, ABD’nin borç baskısı altında olmasına rağmen küresel müdahalelere ağırlık verebileceğini göstermektedir.
Doların Rezerv Para Statüsünün Kaybı ve ABD’nin Savaş Motivasyonu
2030 yılına kadar doların küresel rezerv para statüsünü kaybetme olasılığı, ABD’nin dış politika ve savaş motivasyonunu şekillendiren en kritik faktörlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Günümüzde dünya ticaretinin büyük kısmı hâlâ dolar üzerinden yürütülse de, Çin’in ekonomik yükselişi ve alternatif para birimlerinin kullanımındaki artış, ABD’nin uzun vadeli finansal üstünlüğünü tehdit etmektedir.
Rezerv para statüsünün kaybı, ABD için sadece ekonomik bir sorun değildir; aynı zamanda küresel hegemonya ve askeri kapasite üzerinde de doğrudan etki yaratmaktadır. Doların uluslararası ticaretteki ağırlığını kaybetmesi, ABD’nin borçlanma maliyetlerini artıracak ve savunma harcamalarını finanse etme kapasitesini sınırlayacaktır. Bu durum, Washington’un küresel müdahalelerde bulunma ve askeri üstünlüğünü sürdürme imkanlarını daraltacaktır.
ABD’nin savaş odaklı stratejisi, büyük ölçüde bu finansal kaygılara dayanıyor. 39 trilyon doları aşan borç yükü ile birlikte doların rezerv para statüsünü kaybetme ihtimali, Washington’u agresif dış politika ve olası askeri çatışmalar yoluyla kendi üstünlüğünü yeniden teyit etmeye itmektedir. Bu bağlamda savaş, yalnızca jeopolitik hedeflerin gerçekleştirilmesi değil, aynı zamanda doların küresel hakimiyetinin korunması için de bir araç hâline gelmektedir.
Ekonomik perspektiften bakıldığında, rezerv para statüsünün kaybı ABD’nin küresel kredi verme kapasitesini ve finansal sistemin esnekliğini azaltacaktır. Bu da hem iç ekonomik istikrar hem de küresel askeri projeksiyon açısından büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Washington, bu tehdidi önlemek için hem ekonomik hem askeri hem de diplomatik tüm imkanlarını seferber etme eğilimindedir.
Bu bağlamda, doların rezerv para statüsünü kaybetme olasılığı, ABD’nin 2030’a kadar olası savaş planlarının temel motivasyonlarından biri olarak görülmektedir. Hem ekonomik hem stratejik baskı, Washington’u küresel rekabette daha agresif ve savaş odaklı bir tutum almaya yönlendirmektedir.
Avrupa’nın 2030 ‘ da çıkabilecek Büyük Savaştaki Rolü Ne Olabilir?
Avrupa, ABD ile ittifak içinde hareket etmekle birlikte, kendi ekonomik ve enerji bağımlılıkları nedeniyle sınırlı bir rol üstlenmektedir. NATO çerçevesinde askeri ve lojistik destek sağlayan kıta ülkeleri, ABD’nin stratejik hedeflerini meşrulaştırmada diplomatik katkı sunmaktadır. Ancak Çin ve Rusya ile süregelen ekonomik ilişkiler, Avrupa’nın her zaman ABD’nin tam saflarında olmasını engellemektedir.
Böylece Avrupa, çatışmalarda doğrudan ön saflarda yer almak yerine, destekleyici ve dengeleyici bir rol oynamakta; ABD’nin askeri girişimlerini arka planda güçlendirmektedir. Bu durum, çok kutuplu ve çok katmanlı savaş senaryosunun karmaşıklığını artırmaktadır.
2030 Senaryoları ve Çok Katmanlı Savaş İhtimali
2030’a kadar uluslararası sistemin yeniden şekillenmesi, ABD-Çin çatışmasını, Rusya’nın rolünü ve Ortadoğu’daki dinamikleri çok katmanlı bir mücadeleye dönüştürecektir. ABD, ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü korumak için askeri, diplomatik ve ekonomik tüm araçlarını seferber etmektedir. Çin’in teknolojik ve ekonomik yükselişi, ABD’nin üstünlüğünü zorlamakta; Rusya ise stratejik işbirlikleriyle Batı planlarını karmaşıklaştırmaktadır.
Ortadoğu, enerji güvenliği, deniz yolları ve bölgesel dengeler açısından bu çok katmanlı çatışmada kritik bir cephe olmaya devam edecektir. Türkiye’nin mecburiyetten dolayı stratejik esnekliği ve bölgedeki diplomatik manevraları, bu senaryoda dengeleyici bir rol üstlenmesini sağlayacaktır. Avrupa ise daha çok destekleyici bir aktör olarak sürece katkıda bulunacaktır.
Bu çok katmanlı çatışma, klasik askeri çatışmaların ötesinde, ekonomik, siber, diplomatik ve teknolojik boyutları da kapsayacak şekilde gelişecektir. Başarı, yalnızca askeri güçten değil; stratejik esneklik, diplomatik beceri ve ekonomik dayanıklılıktan kaynaklanacaktır.
Sonuç
2030 yılına yaklaşırken dünya, çok kutuplu ve çok katmanlı bir rekabet ortamına doğru ilerlemektedir. ABD-Çin çatışması, Rusya’nın stratejik rolü, Ortadoğu’daki kırılgan dengeler ve Türkiye’nin dengeleyici konumu, küresel düzenin yeniden şekillenmesinde belirleyici faktörlerdir. ABD’nin ödeneneyecek derecedeki borç yükü, 2030 kadar doların rezerv para olma gücünü kaybetme ihtimali ve hegemonya mücadelesi, olası savaşın tetikleyicisi olurken, Avrupa’nın sınırlı ama kritik desteği çatışmanın seyrini etkileyebilecektir.
Ortadoğu, İsrail, İran, Suudi Arabistan ve diğer aktörlerin çatışmaları ile potansiyel bir sıcak cephe olarak öne çıkmaktadır. Türkiye, NATO ve Doğu ile kurduğu stratejik ilişkiler sayesinde bu sürecin yönünü etkileme kapasitesine sahiptir. Çin’in yükselişi ve teknolojik ilerlemeleri, ABD’nin geleneksel üstünlüğünü sınamakta; Rusya’nın stratejik işbirlikleri ise Batı planlarını karmaşıklaştırmaktadır.
Sonuç olarak 2030’a kadar küresel rekabet ve potansiyel savaş senaryoları, devletlerarası ilişkileri, uluslararası güvenliği, ekonomi ve diplomasi alanlarını derinden etkileyecektir. Bu süreç, savaşın değil, diplomatik zekânın, stratejik esnekliğin ve çok katmanlı akıl yürütmenin ön plana çıktığı bir dönemi zorunlu kılmaktadır.
Kaynakça
1. Allison, G. (2017). Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap? Houghton Mifflin Harcourt.
2. Mearsheimer, J. J. (2014). The Tragedy of Great Power Politics. W.W. Norton & Company.
3. Friedberg, A. L. (2011). A Contest for Supremacy: China, America, and the Struggle for Mastery in Asia. W.W. Norton & Company.
4. Smith, M. A., & Timmins, G. (2023). Global Defense Spending and Military Modernization Trends. Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI) Report.
5. U.S. Department of Defense. (2024). Annual Defense Budget Overview. Pentagon Publications.
6. Council on Foreign Relations (CFR). (2022). U.S.-China Relations and Global Security. Retrieved from https://www.cfr.org
7. International Monetary Fund (IMF). (2025). World Economic Outlook: Debt and Fiscal Sustainability.
8. European Council on Foreign Relations (ECFR). (2023). Europe’s Strategic Role in Global Conflicts.
9. Chan, S. (2022). China’s Belt and Road Initiative and Global Influence. Cambridge University Press.
10. Pew Research Center. (2023). Global Perceptions of U.S. and China Power Dynamics.
11. Gause, F. G. (2021). The Middle East in Global Politics. Brookings Institution Press.
12. International Institute for Strategic Studies (IISS). (2024). The Military Balance 2024.