Bugünki TBMM ve Egemenliğin Halktan Uzaklaşan Hikayesi

Oslo, 10 Ekim 2025

GAZİ MECLİS’İN RUHU VE BUGÜNÜN TABLOSU

Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu toprakların en ağır şartlarında doğdu.

Ankara’nın işgal tehdidi altında olduğu, Anadolu’nun her köşesinde halkın yoksullukla boğuştuğu bir dönemde, bir avuç insanın omuzlarında yükseldi. O meclis, yalnızca bir yasama organı değil; esaret zincirini kıran bir direniş ruhuydu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 23 Nisan 1920’de o kapıdan içeri girdiklerinde, aslında yeni bir çağın kapısını araladılar.

O günden sonra “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, yalnız bir cümle değil, bir milletin varlık belgesiydi.

Bugün aynı meclis binasına baktığımızda, o ruhun yerinde bir sessizlik ve bir dağınıklık görüyoruz.

Bir zamanlar “Gazi” unvanını hak eden Meclis, artık milletin gözünde ne kadar “gazi”, ne kadar “milletin” sorusu yeniden soruluyor.

Kürsüsünde milletin ortak sesi olması gereken konuşmalar, bugün dış güçlerin, hiziplerin, ideolojik taşeronlukların yankısına dönüşmüş durumda.

Bir zamanlar işgalci ordulara karşı “Ya istiklal ya ölüm” diyen meclis, bugün emperyal politikaların, küresel projelerin, gizli mutabakatların gölgesinde karar alıyor.

Gazi Meclis’in kuruluş felsefesi, bir bağımsızlık ve onur felsefesiydi.

Atatürk, Nutuk’ta “Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taçlar ve tahtlar yanar, yok olur” derken tam da bugüne sesleniyordu.

O nur, bugün yeniden karartılmak isteniyor.

Yabancı merkezlerde hazırlanmış politikaların, “stratejik ortaklık” maskesi altında iç siyasete yön verdiği; millet iradesinin çeşitli ittifak hesaplarının arasında boğulduğu bir dönemde, meclis artık kendi gölgesini bile tanıyamaz hale gelmiştir.

Bugün halkın dilinde bir ifade dolaşıyor: “TBMM dingonun ahırına döndü.”

Bu ifade öfkenin değil, çaresizliğin çığlığıdır.

Çünkü halk, mecliste milletin değil; çıkar gruplarının, dış odakların, kendi iç hesaplarını görenlerin sesini duyuyor.

Sıradan vatandaş, ekran başında meclis oturumlarını izlerken, temsil edildiğini değil; temsil edildiği duygusunun bile gasp edildiğini hissediyor.

Bu nedenle, halkın dilindeki “dingonun ahırı” benzetmesi, aslında bir toplumsal teşhistir:

Kurumsal ciddiyetin yerini karmaşa almış, milli egemenliğin yerini manda zihniyeti sarmıştır.

Bugün “TBMM mi, dingonun ahırı mı?” sorusu, bir hakaret değil; bir sorgulamadır.

Çünkü Gazi Meclis’in mirası, artık hem içeriden hem dışarıdan aşındırılmaktadır.

Bir yanda terör örgütlerinin siyasi uzantıları meclis çatısı altında slogan atarken, diğer yanda iktidar partisi ve ortakları bu tabloya sessiz kalmakta, hatta bu sessizliği bir “devlet aklı” gibi sunmaktadır.

Oysa devlet aklı, teslimiyetle değil, dirayetle olur.

Devletin omurgası, halkın iradesidir; o irade susturulduğunda, meclis artık sadece bir bina olur — içinde gürültü vardır ama ses yoktur.

Bu yazı, o sessizliği bozmak için kaleme alındı.

Amacımız, ne bir partiye ne de bir gruba saldırmak.

Ama milletin gözüyle, meclisin nasıl yavaş yavaş halktan koptuğunu, nasıl bir “temsil yanılsaması” üretildiğini anlatmaktır.

Bu, bir öfke yazısı olduğu kadar bir uyarıdır:

Çünkü bir milletin meclisi itibarsızlaştığında, o milletin demokrasisi de nefessiz kalır.

Ve nefessiz kalan demokrasinin yerini her zaman baskı, çıkar, ve dışa bağımlılık alır.

Bugün Türkiye’nin yaşadığı tam da budur.

EGEMENLİĞİN AŞINMASI: MİLLETİN MECLİSİNDEN MANDACILARIN MEYDANINA

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkesi, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle özetlenir.

Bu ifade yalnızca bir hukuk kuralı değil, aynı zamanda bir ulusal karakterin tanımıdır.

Bu söz, Kurtuluş Savaşı’nın, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın, hatta Lozan’ın temel dayanağıydı.

Egemenlik milletin elinden çıktığı an, ne meclisin hükmü kalır, ne de devletin bağımsızlığı.

Ne yazık ki son yirmi yılda bu ilke, kâğıt üzerinde kalmış bir süs cümlesine dönüştü.

Egemenliğin kaynağı artık sandıkta değil, dış politik masalarda, büyükelçilik koridorlarında aranır hale geldi.

TBMM ise bu sürecin en sessiz tanığı; hatta zaman zaman, bilerek ya da bilmeyerek, paydaşı oldu.

2000’li yılların başında, Türkiye’nin dış politikası “komşularla sıfır sorun” diye tanımlanırken, bugün geldiğimiz noktada ülke neredeyse her komşusuyla sorunlu.

Bu dönüşümün en çarpıcı yanı, meclisin bu süreçte devre dışı bırakılmasıdır.

Bir zamanlar dış politika Meclis’te tartışılır, halkın temsilcileri söz sahibi olurdu.

Bugünse çoğu karar Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle, kapalı kapılar ardında alınmakta; meclis yalnızca “bilgilendirilen” bir kurum haline gelmiştir.

Böylece, “ulusal egemenlik” kavramı şeklen varlığını sürdürse de, içerik olarak boşaltılmıştır.

Egemenliğin aşınması, her zaman bir sessizlikle başlar.

İlk önce, “devlet sırrı”, “milli güvenlik” gibi gerekçelerle halktan bilgi saklanır.

Sonra, meclisteki temsil gücü giderek zayıflar; milletvekilleri halkın değil, parti merkezlerinin sesi haline gelir.

Ve nihayetinde, meclis bir “onay makamı”na dönüşür.

Bugün Türkiye’de yaşanan da budur.

Meclis, fiilen bir yürütme organının gölgesine girmiştir.

Bu durum yalnızca demokrasinin değil, anayasal düzenin de ruhuna aykırıdır.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, meclis tartışmaları çoğu zaman hararetli olurdu.

Farklı fikirler çarpışır, ama sonunda milli menfaatte birleşilirdi.

Bugün ise fikirler çarpışmıyor; çünkü fikir yerine talimat var.

Parti disiplini adı altında, milletvekillerinin vicdanı susturulmuş durumda.

Kürsü dokunulmazlığı, milletin sesini korumak için değil, liderleri eleştirmekten kaçınmak için kullanılır hale geldi.

Oysa egemenlik, itaatle değil, özgür düşünceyle korunur.

Bu tabloyu derinleştiren bir diğer unsur ise dış bağımlılığın artmasıdır.

Bir ülke ekonomide, savunmada, teknolojide dışa bağımlı hale gelirse, egemenliğini yalnızca dış politikada değil, iç siyasetinde de kaybeder.

Bugün Türkiye’de savunma sanayinden enerjiye, dış borçtan diplomasiye kadar birçok alanda alınan kararlar, doğrudan meclis iradesine değil; küresel dengelere göre şekilleniyor.

ABD’nin, İngiltere’nin, Avrupa Birliği’nin onaylamadığı bir kararın hayata geçirilmesi neredeyse imkânsız.

İşte bu nedenle halk arasında, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, ama o millet Washington’da oturuyor” sözü boşuna söylenmiyor.

Egemenliğin aşındığı yerde, meclis de aşınır.

Bir zamanlar milletin namusunu temsil eden kürsü, bugün çıkar ilişkilerinin, lobilerin, ideolojik hesapların pazarı haline gelmiştir.

Kürsüde artık milletin sesi değil, dış güçlerin rüzgârı esmektedir.

Oysa TBMM, yalnızca yasama organı değil; milletin onurudur.

Bu onur, her sloganla, her sessizlikle, her kayıtsız kalışla biraz daha yıpranıyor.

Bugün “mandacılık” kavramı yeniden dirilmiştir.

Bir farkla: 1919’da mandayı açıkça isteyenler vardı; şimdi ise mandayı “stratejik ortaklık”, “müttefiklik”, “jeopolitik zorunluluk” gibi cilalı kelimelerle süsleyerek pazarlayanlar var.

Bir milletin egemenliği, artık mermiyle değil, metinlerle, protokollerle, ekonomik anlaşmalarla devrediliyor.

Ve bütün bunlar olurken, Meclis’ten cılız birkaç ses dışında ciddi bir itiraz yükselmiyor.

Sessizlik, onay haline gelmiş durumda.

Milletin meclisi, adım adım, “milletin olmayan” bir meclise dönüşüyor.

Sonuçta, bugünün TBMM’si artık bir “temsil” kurumundan çok, bir “meşrulaştırma” kurumuna benzemektedir.

Yukarıdan gelen kararları meşrulaştırmak, yapılanları “demokratik prosedür” süsüyle halka sunmak…

Egemenliğin aşınması böyle başlar; önce halkın sesinin tonu düşer, sonra meclisin anlamı kaybolur.

Sonra da, halkın dilinde acı bir cümle yankılanır:

“TBMM mi, dingonun ahırı mı?”

TERÖR, SİYASET VE MECLİS: KIRILAN ÇİZGİLER

Bir ülkenin meclisi, yalnızca yasa yapan bir kurum değildir.

O aynı zamanda, toplumun vicdanıdır.

Milletin acılarını, korkularını, umutlarını ve kırgınlıklarını temsil eder.

Bu yüzden, mecliste atılan her slogan, edilen her söz, yapılan her sessizlik, milyonlarca insanın kalbinde yankı bulur.

Bugün Türkiye’de meclisin yaşadığı en büyük kriz, işte bu vicdanî temsil krizidir.

Halk, artık mecliste kendi sesini değil; kendi adına konuşan ama kendi gibi düşünmeyen bir grubun sesini duyar hale geldi.

Farklı ideolojik uçlar, meclis çatısı altında bir araya geldiğinde, tartışmanın niteliği çoğu zaman fikir üretmekten çok, etnik veya mezhepsel bazda, siyasal islamcı veya etnik bölücü  kimlik dayatmasına dönüşüyor.

Bu da, meclisin tarihsel işlevini aşındırıyor: “ortak akıl üretme” misyonu kayboluyor.

Türkiye, uzun yıllardır terörle mücadele eden bir ülke.

Bu gerçek, siyasetin her alanına sirayet etmiş durumda.

Fakat terörle mücadelenin siyasetle ilişkisi öylesine karmaşık hale geldi ki, BOP’un saldırılarına ve onların meclisteki temsilcilerine karşı  yapılan, TC’nin hayati ve milli konularında artık her sert eleştiri “ihanet”, olarak görülüyor.

Bir toplum, korkudan konuşamaz hale gelirse, o zaman meclis ne kadar kalabalık olursa olsun, aslında sessizdir.

Son yıllarda yaşanan olaylar, meclisin bu sessizlik iklimine sürüklendiğini gösteriyor.

Bir yanda halkın hassasiyetleri üzerinden kutuplaşmayı besleyen söylemler, diğer yanda “benim fikrim en doğrudur” anlayışı.

İki taraf da birbirini dinlemeyi bıraktı; artık sadece “yanıt vermek” için konuşuyor.

Böyle bir ortamda ortak gelecek kurulamaz.

Çünkü ortak gelecek, sadece oy çokluğuyla değil, güvenle inşa edilir.

Meclis, toplumun aynasıdır derler.

Eğer o aynada artık yorgun, kırgın, öfkeli bir toplum görüyorsak, bunun nedeni meclisin o topluma yeterince umut verememesidir.

Güven duygusu, bir milletin en değerli sermayesidir; kaybedildiğinde, onu yeniden kazanmak yıllar alır.

Bugün Türkiye’de yapılan anketlerde halkın büyük kısmı, “Meclis milletin sorunlarını çözmüyor” diyor.

Bu cümle, bir siyasal istatistikten çok, bir toplumsal alarmdır.

Temsilin meşruiyeti yalnızca seçim sandığıyla ölçülmez.

Gerçek temsil, halkın sesini duymak ve o sesi yansıtabilmektir.

Meclis sıralarında oturanların halktan uzaklaşması, yasaların halkın gündelik yaşamıyla bağının kopmasına neden oluyor.

Yasalar soyutlaştıkça, toplumun gözünde “adalet” duygusu zayıflıyor.

Oysa adalet, demokrasinin oksijenidir; o kesilirse, sistem nefessiz kalır.

Bugün mecliste yaşanan gerginliklerin çoğu, fikir ayrılıklarından değil, fikir yoksunluğundan kaynaklanıyor.

Birbirini dinlemeyen, tartışmak yerine susturan, anlamak yerine etiketleyen bir siyaset dili hâkim.

Bu dil, zamanla topluma da sirayet ediyor.

Sokaktaki vatandaş da artık karşısındakini “vatandaş” değil, “rakip” olarak görmeye başlıyor.

İşte bu, demokrasinin en derin kırılmasıdır.

Meclis, bu kırılmayı onarabilecek tek yerdi.

Ama o da giderek “sessizliğin merkezi” haline geldi.

Bazı konuların konuşulmadığı, bazı soruların sorulamadığı bir meclis, halkın gözünde inandırıcılığını kaybeder.

Hangi görüşten olursa olsun, temsilcilerin birbirini dinleyemediği, sadece kendi kitlelerine mesaj verdiği bir yapının adı artık “milletin meclisi” değil, “grupların sahnesi” olur.

Bu tablo, yalnızca bir siyaset meselesi değil, aynı zamanda bir kültür sorunudur.

Bir toplum, tartışmayı düşmanlık olarak görmeye başladığında, özgür düşünce zeminini kaybeder.

Oysa Türkiye’nin en büyük gücü, farklılıklarını ortak paydada buluşturabilmesiydi.

Bu güç kayboldukça, meclis de sembolik bir bina haline gelir — içinde insanlar vardır, ama temsil yoktur.

Bugün yapılması gereken şey, meclisin asli işlevine dönmesini sağlamak:

Tartışmak, dinlemek, ortak akıl üretmek, uzlaşmak.

Bu basit gibi görünen dört kelime, aslında demokrasinin temel direkleridir.

O direkler sarsıldığında, geriye sadece tabelası kalan bir kurum kalır.

Bu yüzden, “meclisin itibarı” yalnızca protokolle korunmaz; meclis, halkın kalbinde itibarlı olmalıdır.

İtibarın yolu da şeffaflıktan, adaletten, eşitlikten geçer.

MANDACILIK VE SESSİZLİK: İKTİDARIN ROLÜ VE DEMOKRATİK GERİLEME

Bir meclisin itibarı yalnızca içinde bulunan vekillerin davranışıyla ölçülmez; aynı zamanda bu kurumun etrafındaki siyasal iklimle de belirlenir.

Güç dengeleri, demokratik denetim mekanizmaları ve kamuoyunun ilgisi, meclisin etkinliğini doğrudan etkiler.

Bugün Türkiye’de meclisin yaşadığı sorunların önemli bir boyutu, iktidar-muhalefet dengesinin bozulmasından kaynaklanıyor.

İktidar, doğal olarak kendi politikalarını hayata geçirmek ister.

Ancak bir demokraside, bu süreç meclisin denetim ve soru sorma yetkileriyle dengelenir.

Ne var ki son yıllarda, bu denge giderek kaybolmuştur.

Meclis artık birçok konuda yalnızca “onay makamı” niteliği kazanmış, tartışma ve eleştiri mekanizmaları zayıflamıştır.

Bu durum, halkın gözünde hem temsilin hem de yasaların meşruiyetini sorgulatmaktadır.

Sessizlik, bazen güvenin, bazen korkunun işaretidir.

Meclis oturumlarındaki sessizlikler, yalnızca kelimelerin yokluğunu değil, tartışma kültürünün erozyonunu gösterir.

Bir toplum, sorunlarını dile getiremediği yerde, çözümsüzlüğe mahkûm olur.

Oysa demokratik olgunluk, farklı seslerin duyulmasıyla ölçülür.

Farklılıkların bastırılması, uzun vadede demokratik gerilemeyi beraberinde getirir.

Mandacılık kelimesi, günümüzde artık doğrudan “yabancı boyunduruğu” anlamında kullanılmasa da, uygulamada dış etkilere bağımlılık ve iç siyasette irade kaybı biçiminde kendini göstermektedir.

Ekonomi, dış politika ve stratejik alanlarda alınan kararlar, çoğu zaman halkın mecliste temsil edilen iradesi yerine uluslararası dengelere göre şekillenmektedir.

Bu durum, toplumun gözünde, “ulusal egemenlik” ilkesinin içinin boşaltılması olarak algılanır.

Bir diğer olgu, milletvekillerinin çoğunluk baskısı altında hareket etmesidir.

Parti disiplini, demokratik işleyişin gereklerinden biri olarak kabul edilebilir; ancak bu disiplin, eleştireme hakkını tamamen yok edecek kadar katı hale geldiğinde, temsilin özü zedelenir.

Meclis kürsüsü, halkın sesi olmaktan çıkar; yalnızca iktidarın ve karar alma mekanizmalarının yankı odasına dönüşür.

Bu tablo, halkın güvenini aşındırır ve demokratik kültürün zayıflamasına yol açar.

Sessizlik ve mandacılık bir araya geldiğinde, toplumda bir boşluk hissi doğar.

Halk, karar alma süreçlerinden uzaklaşır, tartışmaların dışında bırakıldığını hisseder.

Bu da meclisin saygınlığının düşmesine, toplumsal kutuplaşmanın artmasına ve demokratik normların erozyona uğramasına sebep olur.

Artık halkın gözünde meclis, bir temsil kurumu olmaktan çok, güç odaklarının kontrolünde bir yönetim aracı olarak algılanmaktadır.

Oysa demokrasi, yalnızca seçim sandığıyla işleyen bir sistem değildir.

Demokrasi, halkın katılımını, tartışmayı, denetimi ve şeffaflığı içerir.

Bu unsurlar, meclis içinde yaşatılmazsa, kurum yalnızca sembolik bir varlık olarak kalır.

Türkiye’nin önünde duran asıl mesele de budur: Meclisin, halkın güvenini yeniden kazanması ve demokratik işlevini yerine getirmesi gerekmektedir.

Güç tek taraflı kullanıldığında, toplum sessizliği kabul edebilir.

Ancak bu sessizlik, bir onay değil; gelecekte çatlayacak bir gerilimdir.

Halkın talepleri, hakları ve güveni göz ardı edildiğinde, o meclis sadece bir bina olur; içinde insanlar vardır ama temsil yoktur.

O bina, tarih boyunca taşıdığı “Gazi Meclis” unvanının ruhunu kaybeder.

Ve işte tam bu noktada, halkın dilinde dolaşan o çarpıcı ifade tekrar akla gelir:

“TBMM mi, dingonun ahırı mı?”

SONUÇ: GAZİ MECLİS’İ YENİDEN HALKIN MECLİSİ YAPMAK

Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarih boyunca milletin onurunu, bağımsızlığını ve iradesini temsil etti.

Ancak son yıllarda yaşanan gelişmeler, bu kurumsal kimliğin zayıfladığını ve halkın gözünde meclisin itibarının aşındığını göstermektedir.

Egemenlik ilkesinin şeklen varlığı sürse de, uygulamadaki boşluklar, meclisin gerçek işlevini yerine getirmesini engellemektedir.

Mecliste atılan bazı sloganlar, örneğin “Biji Serok Apo” gibi ifadeler, PKK ve terörle ilişkili siyasi ve ideolojik söylemlerdir.

Bu tür sloganların mecliste duyulması, kurumun Türk Milletini temsil işlevine son verir ve bu anayasanın öngördüğü demokratik düzenin ruhuna aykırıdır.

Bir meclis, yalnızca yasaların üretildiği değil, aynı zamanda tüm vatandaşları temsil eden bir kurumdur.

Dolayısıyla, ideolojik veya silahlı örgüt bağlantısı ile algılanabilecek sloganların kürsüden duyulması, kabul edilemez ve hukuken cezalandırılması ve DEM Partisinin kapatılmasını gerektiren, tüm sorumluların mahkemeler önünde ve TBMM yasasına göre hesap vermesi gereken  bir durumdur.

Halk arasında dolaşan çarpıcı bir benzetme, bu tabloyu özetler: “TBMM, BOP’un ahırına dönmüş”.

Bu ifade, yalnızca sert bir eleştiri değil, aynı zamanda bir uyarıdır.

Kurumsal ciddiyetin ve anayasal işlevin kaybolduğu yerde, meclisin içinde yankılanan sloganlar, meclisi “milletin evi” olmaktan çıkarır; güveni aşındırır ve demokratik sürece gölge düşürür.

Halkın güvenini yeniden kazanmak için atılması gereken adımlar açıktır:

• Şeffaflık: Karar alma süreçleri görünür olmalı, halk neyi neden yaptığını bilmelidir.

• Temsil: Tüm bölgeler, sosyal kesimler ve fikirler mecliste hakkını görebilmeli; Anayasa, T.C. Devleti ve Türk Milletine karşı herhangi bir bölücü, terörcü, ümmetçi ideolojik ve siyasi propaganda asla olmamalıdır.

• Tartışma ve uzlaşma kültürü: Farklı görüşler bastırılmadan, demokratik yöntemlerle çözüme ulaşabilmelidir.

• Kurumsal disiplin: Meclis, anayasanın çerçevesinde tarafsızlığını korumalı, propaganda alanına dönüşmemelidir.

Bu unsurlar hayata geçirildiğinde, meclis yeniden halkın evidir; yalnızca yasaların üretildiği bir mekan değil, toplumsal uzlaşının ve ortak geleceğin inşa edildiği bir alan olur.

Halkın sesi duyulmaya başladığında, güven geri gelir; demokratik işleyiş güçlenir.

Gazi Meclis’in ruhu, geçmişin bir mirası olduğu kadar, bugünün ve yarının da güvence sütunudur.

Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir; ve bu ilke, halk ile meclis arasındaki güven ve şeffaflık güçlendiğinde gerçek anlamını bulur.

TBMM’nin itibarını ve işlevini yeniden kazanması, yalnızca siyasetçilerin değil, tüm toplumun sorumluluğudur.

Halkın sesi duyulmalı, fikirler özgürce tartışılmalı ve ortak akıl yeniden meclisin temel direği olmalıdır.

O zaman TBMM, tekrar yalnızca bir bina değil; milletin evidir, anayasanın ve halkın temsilinin en somut göstergesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir