Cennetin Giriş Ücreti Ne Kadar?

Kopenhag, 5 Ağustos 2025

Cuma günü camide “boş geçmeyelim” anonsu yapılır. Kilisede dua etmek isteyenin yakmak zorunda olduğu mum iki eurodur. Sinagogda ise cemaatin bağış gücüyle ayakta kalınır. Mabed mi dediniz? Pardon, “kâr merkezleri” demek daha doğru olabilir. İnsanlar dinleri ruhun değil, nakit akışının adresi yapmış. Görünen o ki cennet için de birikim yapmak gerekiyor; kredi kartı geçiyor mu, onu da ayrıca sorarız.

Aslında bu hikâye çok daha önce başladı. Belki bir mağaranın içinde… Gök gürlediğinde, şimşek çaktığında, yağmur bir türlü dinmediğinde, bilmediği karşısında korkan ilk insan ellerini göğe kaldırdı. Dua dediğimiz şeyin ilkel haliydi bu. Henüz söz yoktu, sadece sezgi. Henüz mabet yoktu, sadece mağara. Ne imam, ne rahip, ne  bir haham ne bir sadaka kutusu… Sadece bilinmeyenin karşısındaki çıplak insan vardı. İnanç o zamanlar içsel, sezgisel ve arınmışlıktı.

Zamanla bu doğrudan ilişkiye aracılar eklendi: Şamanlar, büyücüler, rahipler, din adamları… İnanç sistemleri toplulukları birleştirdi ama aynı zamanda düzenledi, sınıflandırdı, yönetti. Bu yöneticiler ibadetlerin nasıl yapılacağını belirlerken, toplulukların güvenliğini sağladıklarını, ruhlarını koruduklarını söylediler. Ama ruhun koruyucusu olmak zamanla ekonomik bir role de dönüştü. Böylece dua sadece ruhla değil, mülkiyetle de ilişkilendirilmeye başlandı. Mabetler, ruhani derinlikten ticari hesaplara evrildi.

Bugün ibadethanelere girerken hissedilen o hafif tedirginlik, sadece kutsal mekâna duyulan saygıdan değil, aynı zamanda sessiz bir hesaplaşmadan da gelir. İnsan kendi içinde sorar: “Yanımda bir şey getirdim mi?” Dua ederken cüzdanı da yanına almak zorunda kalmak, inancın sadeliğine ters düşer. Felsefenin en temel sorularından biri olan “Gerçekten neye inanıyoruz?” sorusu, artık “Gerçekten neye para ödüyoruz?” biçimine dönüşüyor.

Tarihin her döneminde kutsal mekânlar toplumun ortak bilincini besleyen, bir araya getiren alanlar olmuştur. Ama şimdi o ortak bilinç, POS cihazlarının bip sesiyle bölünüyor. Notre Dame Katedrali’nde bağış adı altında açılan hediyelik eşya mağazaları, artık kutsal olanın sadece manevî değil, aynı zamanda pazarlanabilir bir meta olduğunu yüzümüze vuruyor. Mabetler her zaman sembolikti; ama artık bu semboller logoya, dualar ise paketlenmiş hizmete dönüşüyor.

Peki bu sadece Batı’nın bir meselesi mi? Elbette hayır. Uzak Doğu dinlerine bakalım. Japonya’da Şinto tapınaklarında dua etmek için belirli bir ritüel izlenir: eller çırpılır, eğilinir ve dua edilir. Tapınak girişlerinde bağış kutuları vardır ama bağış istenir bu sessiz bir tekliftir. Budizm’de, özellikle Zen geleneğinde, dua etmekten çok susmak vardır. Taoizm’de ise “eylemde olmayan eylem” anlamına gelen wu wei ile hiçbir şey yapmadan Tao’ya yaklaşmak esastır. Ne dua zorunludur ne de sadaka. Çünkü Tao’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ama yinede Taoist rahip yinede boş geçmeyin diye para kutularını işaret eder. Tanrı sessizlikte bulunur; sessizlik ise sadaka istemez.

Bu nedenle özellikle genç kuşaklar doğrudan, aracısız, parasız ve kişisel bir inanç biçimini daha içten ve sahici buluyor. Deizmin yükselişi, yalnızca teolojik bir başkaldırı değil, aynı zamanda sembolik bir özgürleşmedir.  

İncil’de İsa, öğrencilerine şöyle der: “Ücretsiz aldınız, ücretsiz verin.” (Matta 10:8) Bu cümle, evrensel bir ahlakın özüdür aslında. Tüm kutsal metinler, bilgeliği ve ruhsal farkındalığı bir ayrıcalık değil, bir hak olarak sunar. Ama zamanla bu hak, imtiyaza dönüştü. Şimdi bilgiye, dua hakkına, hatta bazen cennete erişim bile dolaylı yoldan finansal hale geldi. Hac ve umreye gitmek isteyen biri, ciddi bir bütçe ayırmak

2 / 2

zorundadır. Kutsal topraklara gitmek isteyen kişi için bu, bir ibadetten çok bir lüks tura dönüşüyor. Yani inancın gereğini yerine getirmek bile ekonomik seviyeye göre erişilebilen bir şeye dönüştü.

Bu durum psikolojik olarak bireyleri yıpratıyor. İbadet eden kişi artık saf bir maneviyat içinde değil; ekonomik kıyaslamaların, aidiyet baskısının ve sosyal görünürlüğün etkisi altında yaşıyor. “Dua ettim ama yeterince verdim mi?” ya da “Diğerleri daha çok bağış yaptı, acaba ben eksik mi kaldım?” soruları, ruhsal bir deneyimi yarışa dönüştürüyor. Halbuki dua bireysel bir sığınaktır; sayıya, miktara, gösterişe indirgenemez.

Hayatın anlamı, insanın Tanrı’yla kurduğu bu kişisel, içsel ve sorgulayıcı bağdır. Bu bağın kıymeti, ona ne kadar para yatırıldığıyla ölçülemez. İbadethaneler, evrende yerimizi aradığımız duraklardı. Şimdi alışveriş merkezlerinin kardeş şubeleri gibi işlem görmeye başladılar. Yarın öbür gün bir tapınağın girişinde şöyle bir tabela görmek kimseyi şaşırtmasın:

“Hoş Geldiniz! Bugünkü dua paketi kampanyamız. Bu gidişle yakında ibadethaneler içeriye insan çekebilmek için promosyonlar yapmaya başlayacak. Bedava lokma, %50 indirimli hac kontenjanı ya da sadaka karşılığı dilek kampanyaları… Dini liderlerin imamların, papazların, hahamların, Şinto rahiplerinin artık ciddi ciddi düşünmesi gerek. Takkelerini, başlıklarını, tespihlerini ve kutsal metinlerini bir kenara koyup kendilerine sormalılar: “Gerçekten Tanrı’yı mı anlatıyoruz, yoksa bir markayı mı temsil ediyoruz?”

Yeni nesil artık farklı bir şey arıyor. Sessizliği, sadeliği, içtenliği. Belki bir mağara insanının bilinmeyene açtığı eller, bugünün dijital bağış sistemlerinden daha içten bulunuyor. Belki de haklılar. Çünkü Tanrı’nın fiyat listesi yoktur. Olmamalıdır. “İnanç, kalpten yükseldiğinde dua olur; cüzdandan çıktığında sadece alışveriştir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir