2 Agustos 2025
Laiklik ve Hukuk Devleti İlkesi Bağlamında Diyanet’in Rolü
Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te kurulmuş bir laik hukuk devletidir. 1982 Anayasası’nın 2. maddesi Türkiye’yi “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlar. Bu bağlamda laiklik ilkesi, devletin herhangi bir dini referans alarak yurttaşlara yaşam biçimi dayatmasını kesinlikle yasaklar. Bu anayasal güvence, bireyin din ve vicdan özgürlüğünü korumakla kalmaz, aynı zamanda kamusal alanı dini kurallardan arındırır.
Ancak 2025 yılı Temmuz ayının son haftasında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan hutbe, kadın kıyafeti üzerinden ahlaki baskı kurmakta, estetik operasyon ve dövme gibi kişisel tercihler hakkında cezalandırıcı bir dil kullanmakta, dini inancı olmayan ya da farklı inanç biçimlerine sahip vatandaşları hedef göstermektedir. Bu tutum, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na, bireysel hak ve özgürlüklere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Atatürk’ün kurucu laiklik vizyonuna açıkça aykırıdır.
1. Laiklik, Hukuk Devleti ve Diyanet’in Anayasal Konumu
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri arasında en çok tartışılan, ancak aynı zamanda en vazgeçilmez olanlardan biri “laiklik”tir. Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”dir. Bu hüküm yalnızca devletin dinsel inançlardan arınmış bir örgütlenmeye sahip olmasını değil, aynı zamanda dinin devlet işleyişi üzerinde belirleyici bir rol oynamasını da açıkça yasaklar. Bu bağlamda laiklik ilkesi; sadece devletin herhangi bir dine taraf olmaması anlamına gelmez, aynı zamanda bireylerin yaşam tarzlarına dini normlar üzerinden baskı uygulanmasını engelleyen temel anayasal güvencedir.
Laiklik, aynı zamanda bireylerin inanç ve inançsızlık özgürlüklerini eşit düzeyde korumayı amaçlayan bir sistemdir. Prof. Dr. Ergun Özbudun’un ifadesiyle:
“Laiklik, yalnızca dinin devlet işlerinden ayrılması değil; aynı zamanda bireyin dinsel inançlara göre yaşamaya zorlanmaması, yaşam tarzı üzerinde dinsel otoritenin etkisinin dışlanmasıdır.”
(Özbudun, 2015, Türk Anayasa Hukuku, s. 84)
Bu çerçevede, devlet kurumlarının, özellikle doğrudan Anayasa’da tanımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, kamusal alanda bireylerin yaşam biçimlerine müdahale eder nitelikte açıklamalar yapması, anayasal düzeni zedeleyen bir durum olarak değerlendirilmelidir. 2025 yılı Temmuz ayında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan hutbe, kadınların giyim tercihlerini doğrudan hedef almış, medya içerikleri ve bireysel beden tasarrufu üzerinden de toplum üzerinde dini bir tahakküm kurma çabası sergilemiştir.
Bu gelişme, yalnızca hukuki bir ihlal değil; aynı zamanda toplumsal yaşamda özgürlük, eşitlik ve bireylerin anayasal haklarını doğrudan etkileyen bir olaydır. Laiklik ilkesi, bir yandan devletin din karşısında tarafsız kalmasını zorunlu kılarken, diğer yandan yurttaşların dini veya seküler yaşam biçimlerine müdahale edilmemesini teminat altına alır. Dolayısıyla bu tür hutbeler, devletin anayasal kimliğini sorgulatacak düzeyde kamusal ve hukuki sonuçlar doğurabilir.
Atatürk’ün 1930 yılında dile getirdiği şu söz, bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır:
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Fakat hiç kimse, dini telkin ve etkileri siyaset ve dünya işlerine karıştırmamalıdır.”
(Söylev ve Demeçler, Cilt II, s. 68)
Atatürk’ün bu ifadesi, laiklik ilkesinin Türkiye’nin yalnızca yönetsel bir tercihi değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal güvenliğin güvencesi olduğuna işaret eder. Ne var ki, günümüzde Diyanet gibi anayasal kurumların bu hassas dengeyi göz ardı eden beyanlarda bulunması, laikliğin ruhuna ve Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine açıkça aykırıdır.
Özellikle de, toplumsal cinsiyet eşitliğine dair kazanımların sürekli tehdit altında olduğu bir dönemde, devletin resmi bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kamusal alanda kadınları giyimleri üzerinden hedef alması; hem Anayasa’nın 10. ve 24. maddelerine hem de Türk Ceza Kanunu’nun halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu düzenleyen 216. maddesine aykırılık teşkil eder.
2. Diyanet Hutbesinin İçeriği ve Anayasal Değerlendirme
2025 Temmuz ayının son cuma hutbesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan açıklamalar; bireylerin özellikle de kadınların giyim tarzlarına doğrudan müdahale eden, özgürlükleri dinsel normlar üzerinden sınırlamaya çalışan, anayasal hak ve özgürlüklerle açıkça çatışan bir içerik taşımaktadır. Hutbede geçen bazı ifadeler dikkat çekicidir:
“Kısa giysiler ve şeffaf kıyafetler giyilmesi, nerede ve hangi amaçla olursa olsun Allah’ın örtünme emrini ihlaldir, haramdır… Uygunsuz kıyafetlerle toplumsal alanlarda, hele hele kurumsal özelliği olan mekânlarda bulunmak, asgari ahlak kurallarına bile meydan okumaktır…”
Bu söylem, yalnızca dini bir vaaz içeriği değil; aynı zamanda toplumsal yaşamın normatif çerçevesine müdahale eden, devletin resmi bir kurumu aracılığıyla bireylerin yaşam tarzlarını yargılayan bir ideolojik deklarasyon niteliği taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın çeşitli maddeleri bu tür müdahaleleri açıkça yasaklamaktadır.
2.1 Anayasa Madde 24: Din ve Vicdan Özgürlüğü
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 24. maddesi, hem bireysel din özgürlüğünü hem de devletin dinler karşısında tarafsız olma yükümlülüğünü düzenler. Bu maddeye göre:
“Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasal ya da kişisel çıkar sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Diyanet’in bu hutbesi, dini kuralları kullanarak bireylerin temel özgürlüklerine (özellikle kıyafet özgürlüğüne) müdahaleyi teşvik etmektedir. Bu durum, 24. maddenin son fıkrası ile bağdaşmamaktadır. Laiklik, yalnızca devleti din karşısında tarafsızlaştırmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin dinsel normlara göre yaşamaya zorlanmasını da önler.
2.2 Anayasa Madde 10: Eşitlik İlkesi
Aynı hutbede kadınlara yönelik özel vurgular yapılması; “kısa giysi giyen kadının ahlaksız, hayasız veya günahkâr” gibi ima edilen ifadeler, cinsiyet temelli bir ayrımcılığı beraberinde getirmektedir. Oysa Anayasa’nın 10. maddesi şu şekilde açıklar:
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
Kadınları, erkeklerle eşit bireyler olmaktan çıkarıp “ahlaki bir tehdit” olarak yansıtan bu tür hutbeler; toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırıdır ve kadınları sistematik biçimde kamuya ait alanlardan dışlamaya yöneliktir. Bu tür ayrımcı ifadeler, yalnızca anayasal eşitliği ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda kadına yönelik şiddet ve sosyal dışlamayı da körükler.
2.3 Anayasa Madde 17 ve 20: Kişi Dokunulmazlığı ve Özel Hayatın Gizliliği
Anayasa’nın 17. maddesi, kişinin “maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı”nı güvence altına alırken; 20. maddesi, özel hayatın gizliliğine müdahaleyi yasaklar. Giyinme tarzı, bireyin mahremiyetine ve kişisel tercihlerine doğrudan bağlıdır. Bir kamu kurumu tarafından bu alana yapılan müdahale, anayasal sınırların aşılması anlamına gelir.
2.4 Anayasa Madde 2: Laiklik ve Hukuk Devleti İlkesi
Diyanet’in bu söylemleri, doğrudan laiklik ilkesine aykırıdır. Devletin bir kurumu, belirli bir dinin yorumunu topluma “tek doğru yaşam biçimi” olarak sunamaz. Anayasa Mahkemesi, 1989 tarihli bir kararında (E.1989/1, K.1989/12) laikliği şu şekilde tanımlamıştır:
“Laiklik ilkesi; bireyin inancına göre yaşama hakkını güvence altına aldığı kadar, devletin herhangi bir dini veya mezhebi topluma dayatmamasını da gerektirir.”
Diyanet, bu hutbede yalnızca bir dini yorumla yetinmeyip, bu yorumu topluma zorlayıcı ve ayrımcı bir söylemle sunmuştur. Bu durum, laiklik ilkesinin özüne aykırıdır ve bir kamu kurumunun anayasal suç işlemeye varan bir ihlali olarak değerlendirilmelidir.
2.5 Devlet Tarafsızlığı ve Kamusal Alanın Dinselleştirilmesi
Laik bir hukuk devleti, kamusal alanı bireylerin eşit biçimde katılabildiği tarafsız bir zemin olarak tasarlar. Ancak Diyanet’in bu söylemleri, kamusal alanı dinin belirli kurallarına göre tanımlamakta; bireylerin kıyafetleri üzerinden kamusal alanlardan dışlanmalarını meşrulaştırmaktadır. Bu durum yalnızca laikliğe değil, aynı zamanda sosyal devlet anlayışına da aykırıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbesi, anayasanın birçok maddesine açıkça aykırılık taşımaktadır. Laiklik, eşitlik, özel yaşam, kişi dokunulmazlığı ve din özgürlüğü gibi temel ilkeler, bu hutbe aracılığıyla ihlal edilmiştir. Devletin bir kurumu olan Diyanet, anayasa dışına çıkarak bireylere yaşam tarzı dayatmakta ve bireysel hakları sınırlamaktadır. Bu nedenle, bu tür hutbeler yalnızca dini değil, anayasal bir sorundur ve doğrudan hukuki müeyyidelerle karşılanmalıdır.
3. Türk Ceza Kanunu Açısından Değerlendirme
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan 25 Temmuz 2025 tarihli hutbe, yalnızca anayasal normlara değil, aynı zamanda ceza hukukunun temel hükümlerine de aykırı beyanlar içermektedir. Özellikle bireylerin yaşam biçimleri üzerinden ayrımcılığa uğraması, kamusal alanda baskıya maruz bırakılması ve toplumsal bir kesimin açıkça hedef gösterilmesi, Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “ayrımcılık” ve “nefret söylemi” suçlarıyla doğrudan ilişkilidir.
3.1 TCK Madde 216 – Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama
Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi uyarınca:
“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak kin ve düşmanlığa açıkça tahrik edilmesi, kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması hâlinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Diyanet’in hutbesinde yer alan ifadeler, kadınların kılık kıyafetleri üzerinden “ahlaksız”, “edepsiz”, “Allah’ın emrine karşı gelen” gibi yaftalamalarla aşağılanmasına neden olmakta; dolayısıyla belirli bir yaşam tarzına sahip bireylerin toplum içinde düşmanlaştırılmasını teşvik etmektedir. Hutbede geçen;
“Kısa giysiler ve şeffaf kıyafetler giyenler Allah’ın örtünme emrine karşı gelmektedir… Bu anlayış çağdaşlık değil, ilkelliktir…”
gibi ifadeler, doğrudan halkın bir kesimini küçük düşürmekte ve toplumsal nefretin hedefi haline getirmektedir.
Bu tarz söylemler, özellikle muhafazakâr toplum kesimlerinin yaşadığı bölgelerde, kadınların kamusal alanda fiziksel ve psikolojik şiddete uğramasına da zemin hazırlamaktadır. Dolayısıyla bu hutbe, yalnızca “eleştiri” kapsamında değil; ceza hukuku kapsamında incelenmesi gereken potansiyel bir suç teşkil etmektedir.
Anayasa Mahkemesi de bu konuda emsal niteliğinde kararlar vermiştir. 2014 tarihli bir kararında Mahkeme, devlet görevlilerinin söylemlerinde halkın bir kesimini aşağılayan ifadeler kullanmasının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini vurgulamıştır (AYM, E.2014/36, K.2014/111).
3.2 TCK Madde 122 – Ayrımcılık Suçu
TCK’nın 122. maddesine göre:
“Bir kimseye karşı… dini inancı, mezhebi, cinsiyeti veya yaşam tarzı nedeniyle farklı muamelede bulunmak, kişiye kamu hizmetinden yararlanma veya ekonomik faaliyetlerde bulunma hakkını engellemek suç teşkil eder.”
Diyanet’in kadınlara yönelik giyim tarzı üzerinden yaptığı ayrımcı beyanlar, doğrudan bu madde kapsamında değerlendirilmelidir. Söz konusu hutbe, kamu hizmeti yürüten kadınların (örneğin devlet memurlarının, öğretmenlerin, avukatların) giyim tarzları nedeniyle mesleki itibarsızlaştırmaya uğrayabilecekleri bir toplumsal atmosferin yaratılmasına katkıda bulunmaktadır. Aynı şekilde; kadınların başı açık veya dar kıyafetle bir camiye, kuruma ya da kamuya açık mekâna girmesi, artık toplumsal baskının hedefi hâline gelebilir.
Devletin resmi bir kurumu olan Diyanet, kamu kaynaklarıyla fonlanan hutbeleri aracılığıyla belirli bir inanç sistemini ve ahlak anlayışını topluma empoze etmekte ve farklı düşünen bireylerin yaşam haklarını tehdit eden bir söylem üretmektedir. Bu, ceza hukuku bakımından “ayrımcılık” suçunun oluştuğunun tartışmaya açılması gerektiğini göstermektedir.
3.3 Ceza Sorumluluğu ve Kamu Görevlisi Olma Niteliği
Diyanet İşleri Başkanı ve hutbeleri hazırlayan diğer yetkililer, Türk Ceza Kanunu’nun “Kamu Görevlileri” bölümünde tanımlanan sorumluluklar çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu kişiler görevlerini ifa ederken hukuki sınırları ihlal ettiklerinde, kişisel sorumluluk taşımakta ve ceza hukuku kapsamında yargılanabilmektedir.
Ceza hukuku bakımından kamu görevlisinin işlediği suç, yalnızca görev ihmali olarak değil, aynı zamanda “görevi kötüye kullanma” (TCK Madde 257) kapsamında da değerlendirilebilir. Diyanet görevlilerinin hutbeleriyle halkı kutuplaştırmaları, görev tanımlarının dışına çıkarak kamusal huzuru bozacak nitelikte dini propaganda yapmaları da bu kapsamda değerlendirilmeye elverişlidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan hutbe, TCK 216 ve 122. maddeleri çerçevesinde ceza hukuku açısından ciddi ihlaller barındırmaktadır. Kadınların giyim tercihleri üzerinden toplumsal kin ve nefretin körüklenmesi, bireylerin yaşam tarzı nedeniyle ayrımcılığa uğraması ve bu ayrımcılığın kamu görevlileri eliyle işlenmesi, hem anayasal hakların hem de cezai sorumluluğun kapsamına girmektedir.
Bu nedenle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında resen soruşturma başlatılması mümkündür ve gereklidir. Aynı zamanda bireysel vatandaşların savcılıklara suç duyurusunda bulunma hakkı da anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile güvence altına alınmıştır.
4. Atatürk’ün Laiklik Anlayışı ve Tarihsel Perspektif
Mustafa Kemal Atatürk’ün laiklik anlayışı, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılmasından ibaret değildir; aynı zamanda bireyin vicdan hürriyeti, kadın-erkek eşitliği ve çağdaş bir toplum inşasının temelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılırken laiklik, halkın inançlarının devlet aygıtları eliyle baskı aracına dönüşmemesi için sistematik biçimde kurumlaştırılmıştır.
4.1 Laikliğin Tanımı ve Türkiye’deki Kurumsallaşması
Laiklik, en basit tanımıyla devletin herhangi bir dini referans almaksızın hukuk kurallarını belirlemesi ve uygulaması demektir. Ancak Atatürk için laiklik bundan çok daha öte bir anlam taşımaktadır. 1930’lu yıllarda yaptığı bir konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır:
“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Fakat hiç kimse dini devlet işlerine ve siyasete alet etmemelidir.”
(Mustafa Kemal Atatürk, 1925, Kastamonu Şapka Nutku)
Bu söylem, dinin bireysel alanla sınırlı kalması gerektiğini, devletin karar mekanizmalarının rasyonaliteye ve hukuk kurallarına dayalı olması gerektiğini açıkça ortaya koyar.
Laiklik, 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na açıkça yazılarak anayasal norm hâline getirilmiştir. Bu tarihten itibaren devlet kurumlarının dini telkin veya yönlendirme yapması yasaklanmıştır. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın günümüzdeki işlevi, bu anayasal ilkenin tersine, dini kuralların yaşam tarzına dönüştürülmesini destekler bir çerçeveye evrilmiştir.
4.2 Atatürk’ün Kadın Hakları Konusunda Tutumu ve Giyim Özgürlüğü
Atatürk’ün kadınlara bakış açısı, sadece siyasi haklarla sınırlı değildir; sosyal hayatta eşit temsil ve özgürlük esasına dayanır. 1925 yılında Kastamonu’da yaptığı ünlü konuşmasında şöyle demiştir:
“Bizim toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdur. Kadınlarını geri bırakan bir millet, geri kalmaya mahkûmdur.”
Atatürk döneminde kadınlar, medeni haklarını kazanmış, üniversiteye gitmeye başlamış, memuriyet ve meslek yaşamında yer almışlardır. Hiçbir devlet kurumu tarafından, kadınların giyim kuşamı hakkında dini normlar üzerinden sınırlayıcı bir kamuoyu oluşturulmamıştır. Hatta Atatürk, “çağdaş kıyafet” adı altında kadınların özgürce giyinebileceği bir sosyal zemin inşa etmeye çalışmıştır.
Bugün Diyanet’in “kısa giysi”, “şeffaf kıyafet”, “giyinik çıplak” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanması; Atatürk’ün kadınlara verdiği değeri ve özgürlük alanını doğrudan hiçe saymak anlamına gelir.
4.3 Diyanet’in Atatürk Dönemindeki Rolü ve Bugünkü Sapma
Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924 yılında Atatürk tarafından kurulmuştur. Ancak bu kurumun kuruluş amacı, dini hizmetlerin düzenlenmesi ve dini taassubun önlenmesidir. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte medreseler kapatılmış, din eğitiminde merkeziyetçi bir laik denetim kurulmuştur.
Diyanet’in kuruluş felsefesi, herhangi bir mezhebi, yorumu ya da ahlaki görüşü topluma dayatmak değil; aksine tüm yurttaşların inanç özgürlüğü temelinde yaşamasını sağlamaktır. 2025 hutbesi gibi metinler ise Diyanet’i bu kurucu felsefenin dışına çıkarmakta; dinî emir ve ahlaki dogmalar üzerinden topluma yön verme girişimine dönüşmektedir.
Bu durum, yalnızca anayasal düzeni değil, Atatürk devrimlerini de doğrudan hedef alan bir dönüşümün göstergesidir.
Atatürk’ün laiklik anlayışı, bireyin yaşam tarzına herhangi bir dinî yorumun müdahale etmesini kesin biçimde reddeder. Kadınların giyimi gibi öznel alanlara yönelik devlet müdahalesi, yalnızca çağdaş devlet ilkesine değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesine de aykırıdır. Diyanet’in bu bağlamdaki söylemleri, Atatürk ilkeleriyle taban tabana zıttır ve anayasal bir sapma işareti olarak değerlendirilmelidir.
5. Sosyolojik Açıdan Diyanet’in Hutbesinin Toplumsal Etkileri
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 25 Temmuz 2025 tarihli hutbesi, yalnızca anayasal düzeni ve ceza hukukunu ilgilendiren bir mesele olmakla kalmayıp; aynı zamanda ciddi sosyolojik sonuçlar doğurma potansiyeline sahip bir içerik barındırmaktadır. Kadınların giyim biçimlerini “haram”, “günah”, “şeytanın oyunu” gibi ağır dini ve ahlaki etiketlemelere tabi tutmak; toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmekte, kadına yönelik şiddeti dolaylı biçimde meşrulaştırmakta ve bireysel yaşam tarzlarına karşı bir sosyal baskı mekanizması oluşturmaktadır.
5.1 Kadınlara Yönelik Toplumsal Baskının Artışı
Toplumsal cinsiyet rollerinin dinî yorumlarla daha da sertleştirilmesi, kadınların kamusal alandaki görünürlüğünü ve özgürlüklerini sınırlandıran bir ortam yaratmaktadır. Diyanet’in hutbesinde geçen “uzuvları belli edecek elbiseler giyenler ‘giyinik çıplaklardır’” ifadesi, doğrudan kadının bedeni üzerinden ahlak tartışması yürütülmesine sebep olmakta ve kadınları hedef haline getirmektedir.
Bu tür ifadeler yalnızca sembolik değil, pratik olarak da ciddi sonuçlar doğurmaktadır:
• Kadınların kamusal alanlarda sözlü tacize maruz kalması,
• Eğitim veya çalışma hayatında kıyafetleri nedeniyle ayrımcılığa uğraması,
• Sosyal medyada linç ve ifşa kampanyalarına maruz bırakılması,
• Hatta fiziksel saldırıların hedefi olması gibi birçok olgu bu hutbelerin yol açtığı kültürel ortamdan beslenmektedir.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu gibi sivil toplum kuruluşlarının raporlarına göre, özellikle dini söylemle meşrulaştırılan toplumsal baskının arttığı dönemlerde kadına yönelik şiddet vakalarında da artış görülmektedir (Kadın Cinayetleri Raporu, 2024).
5.2 Toplumsal Kutuplaşma ve İnanç Özgürlüğüne Tehdit
Laik toplum yapısında her bireyin dini inançlarına ve vicdanına göre yaşama hakkı olduğu gibi, dini inancı olmadığı hâlde bireysel yaşam tarzını seküler değerlerle kurma hakkı da vardır. Diyanet’in hutbesi, yalnızca inançlı bireyleri değil, dini inancı bulunmayan ya da farklı yorumlara sahip bireyleri de hedef tahtasına koymaktadır. Bu durum, farklı yaşam tarzlarına sahip insanlar arasında kutuplaşmayı derinleştirmekte ve toplumsal huzuru tehdit etmektedir.
Diyanet’in “örtünmenin yalnızca bireysel değil toplumsal bir sorumluluk olduğu” yönündeki mesajı, açıkça bireylerin birbirlerini kontrol etmesini, gözetlemesini ve denetlemesini teşvik eder niteliktedir. Bu ise yalnızca mahalle baskısının değil, kamusal alanın dini temellere göre yeniden yapılandırılmasının da önünü açar.
Bu tarz kamusal söylemler, Habermas’ın “kamusal akıl” anlayışı ile de doğrudan çelişmektedir. Dini normlara dayalı bir kamu söylemi, rasyonel tartışma zeminini yok eder ve özgür yurttaşlar arasında ortak bir akıl tesisini engeller.
5.3 Laiklik İlkesine Yönelik Toplumsal Erozyon
Sosyolojik açıdan en tehlikeli gelişmelerden biri, laikliğin yalnızca devlet düzeyinde değil, toplumsal düzeyde de aşındırılmasıdır. Diyanet gibi devlet aygıtının hutbeleri aracılığıyla “din temelli yaşam tarzı dayatması” yapması, laiklik ilkesinin halk nezdinde değersizleştirilmesine yol açmaktadır.
Bu tür hutbeler, laik bireyleri yalnızca farklı değil, aynı zamanda “ahlaksız”, “edepsiz”, “fıtratı bozulmuş” bireyler olarak etiketlemektedir. Böylece devlet destekli bir söylem aracılığıyla dini inanç, toplumsal norm haline getirilmekte; laiklik ise marjinalleştirilmektedir.
Bu durum, anayasa tarafından korunan bir yaşam biçiminin sosyal anlamda dışlanması ve ötekileştirilmesi anlamına gelir. Bu, yalnızca hak ihlali değil; aynı zamanda kültürel bir hegemonya kurma girişimidir.
Diyanet’in hutbesi, kadınların özgürlüklerini tehdit eden, toplumu ayrıştıran ve laiklik ilkesine karşı sosyal bir baskı rejimi oluşturan tehlikeli bir örnek teşkil etmektedir. Devletin resmi söylemi niteliği taşıyan bu hutbe, yalnızca birey haklarına değil; aynı zamanda toplumun bir arada yaşama iradesine de zarar vermektedir. Bu nedenle, hukuki sürecin yanında sosyolojik farkındalık yaratılması, sivil toplumun güçlendirilmesi ve eğitim sisteminde laik yurttaşlık bilincinin pekiştirilmesi zaruridir.
6. Laik Hukuk Devletinde Diyanet’in Konumu ve Sınırları
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre Türkiye, “laik bir hukuk devleti”dir. Bu tanım, yalnızca devletin dinle ilişkisini değil; tüm kamu kurumlarının, kamu gücünün, bireylerin özgürlüklerini sınırlandırmadan ve dini esaslara göre değil, objektif hukuk normlarına göre işlemesini zorunlu kılar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal çerçevede taşıması gereken işlev, belirli bir dini yorumun temsilcisi olmak değil; farklı inanç ve kanaatlere eşit mesafede duran, devletin laik yapısını zedelemeyecek bir çerçevede hizmet sunmaktır. Ne var ki, son hutbe örneğinde görüldüğü üzere Diyanet bu sınırları aşmakta, anayasanın ve evrensel hukuk normlarının dışına çıkmaktadır.
6.1 Anayasa’da Laiklik ve Diyanet
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesi açıkça ifade eder:
“Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
(1982 Anayasası, Madde 2)
Yine 24. madde, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alırken, aynı zamanda dinin devlet eliyle dayatılmasını da açıkça yasaklar:
“Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramaz.”
(1982 Anayasası, Madde 24, fıkra 4)
Bu maddeler, devletin tüm kurumsal yapılarının dini değil, hukuk temelli olarak işlemesini zorunlu kılar. Dolayısıyla Diyanet’in, İslam dininin belirli bir yorumunu “devlet görüşü” gibi topluma aktarması, anayasa ile bağdaşmayan bir uygulamadır. Hele ki bu yorumla bireylerin yaşam tarzlarını etiketlemek, açıkça anayasal suç teşkil etmektedir.
6.2 Diyanet’in Görev Tanımı ve Sınırları
Diyanet İşleri Başkanlığı, 1965 tarihli 633 sayılı Kanun’a göre faaliyet göstermektedir. Bu kanunun 1. maddesi şöyledir:
“İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları hakkında toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Görüldüğü gibi Diyanet’in görevi yalnızca İslam dini hakkında “bilgilendirme” ve ibadet alanlarının idaresidir. Bu tanım içerisinde “toplumsal yaşam tarzlarını düzenlemek” veya bireylerin kıyafetini, bedensel bütünlüğünü, özel yaşamını şekillendirmek gibi bir yetki yoktur. Diyanet’in ahlak polisi gibi hareket etmesi, bu görev tanımının açık ihlalidir.
Kaldı ki, İslam dini içerisinde de farklı yorumlar ve mezhepler bulunmaktadır. Diyanet’in tek bir yorum üzerinden “doğru giyim”, “günahkar davranış” gibi hükümlerde bulunması, bu farklılıkları da yok saymak anlamına gelir ve çoğulculuğu tehdit eder.
6.3 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM Kararları
Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi, din ve vicdan özgürlüğünü şu şekilde koruma altına alır:
“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve dinini ya da inancını, ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yoluyla, tek başına veya topluca, açıkça veya özel olarak açıklama özgürlüğünü de kapsar.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), birçok kararında devletin din alanında tarafsız kalması gerektiğini vurgulamıştır. Örneğin:
• Lautsi v. İtalya (2011): Mahkeme, kamusal alanlarda dini sembollerin devlet tarafından dayatılmasının tarafsızlık ilkesine aykırı olduğunu belirtmiştir.
• Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye (2007): AİHM, Türkiye’deki zorunlu din derslerini eleştirerek, devletin dini çoğulculuğa saygı göstermesi gerektiğine hükmetmiştir.
Bu kararlar ışığında değerlendirildiğinde, Diyanet’in kamu eliyle yürüttüğü hutbeler yoluyla bireylerin kıyafet, estetik ameliyat, dövme gibi özel alanlarına müdahalesi; yalnızca Türkiye Anayasası’na değil, Avrupa İnsan Hakları hukukuna da aykırıdır.
6.4 Türk Ceza Kanunu Açısından Değerlendirme
Diyanet hutbesinde yer alan ifadeler, aynı zamanda Türk Ceza Kanunu’nun çeşitli maddeleri uyarınca cezai sorumluluk doğurabilir:
• TCK 216/1 (Halkı kin ve düşmanlığa tahrik):
“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak kin ve düşmanlığa tahrik edilmesi hâlinde, kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması durumunda iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.”
Kadınların belirli giyim tarzları üzerinden “fıtrat bozanlar”, “şeytanın oyuncağı” gibi ifadelerle hedef gösterilmesi; cinsiyet temelinde nefret söylemi oluşturmakta ve bu madde kapsamında cezai değerlendirme gerektirmektedir.
• TCK 122 (Ayrımcılık yasağı):
Giyim kuşam, inanç veya yaşam tarzı nedeniyle bireylere karşı ayrımcı ve dışlayıcı beyanlar kamu otoriteleri eliyle yapıldığında, bu da suç teşkil eder.
Dolayısıyla, Diyanet hutbesi yalnızca etik değil, aynı zamanda hukuki ve cezai sorumluluk doğuracak niteliktedir.
Diyanet’in mevcut hutbe ve açıklamaları, hem anayasal laiklik ilkesine hem de evrensel insan haklarına açıkça aykırıdır. Kurumun kendi görev tanımı dışına çıkması, toplumda kutuplaşma, baskı ve anayasal düzene karşı güvensizlik yaratmaktadır. Bu nedenle yargı kurumlarının, Diyanet’in faaliyetlerini ivedilikle denetlemesi ve gerektiğinde kamu davası açması; yurttaşların da anayasal haklarını korumak adına suç duyurusunda bulunmaları hayati önemdedir.
7. Demokratik Tepki ve Hukuki Mücadele Yolları: Yurttaşların ve Kurumların Sorumluluğu
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasa, Türk Ceza Kanunu ve evrensel insan hakları ilkelerine aykırı şekilde toplumsal yaşamı şekillendirme girişimi karşısında yalnızca hukuki değil, demokratik tepkiler de zorunlu hale gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olduğu kadar aynı zamanda demokratik bir toplumdur; bireylerin anayasal düzene, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkması yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir.
7.1 Vatandaşların Suç Duyurusunda Bulunma Hakkı
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 74. maddesi, vatandaşlara dilekçe hakkı tanımaktadır:
“Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de oturan yabancılar, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir.”
Bu kapsamda yurttaşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söz konusu hutbesi nedeniyle:
• Cumhuriyet Başsavcılıklarına TCK 216 (halkı kin ve düşmanlığa tahrik),
• TCK 122 (ayrımcılık),
• Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırılık ve görevini kötüye kullanma gerekçeleriyle suç duyurusunda bulunabilir.
Ayrıca, ilgili hutbenin kamu hizmeti veren devlet görevlileri tarafından halka sunulmuş olması nedeniyle TCK 257 (görevi kötüye kullanma) kapsamında da değerlendirme yapılması mümkündür.
7.2 Siyasi Partiler ve STK’ların Sorumluluğu
Laikliği savunmak, yalnızca devletin anayasal görevi değil, aynı zamanda tüm siyasi partilerin, baroların, sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının ortak sorumluluğudur. Bu bağlamda:
• TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler, Diyanet’in laiklik dışına çıkan uygulamalarını TBMM gündemine taşımalı, araştırma önergeleri vermelidir.
• Anayasa Mahkemesi ve Sayıştay, Diyanet’in anayasal sınırlar dışındaki faaliyetlerini denetlemekle yükümlüdür. Bu yönde başvuru ve denetim talebi oluşturulabilir.
• Barolar ve hukuk dernekleri, ilgili hutbeye karşı halkı bilgilendirici açıklamalar yapmalı, hukuki destek sağlamalıdır.
• Kadın örgütleri ve insan hakları dernekleri, bu tür hutbelerin kadın haklarını ve beden dokunulmazlığını ihlal eden yönlerini ifşa etmeli, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hazırlıkları yapmalıdır.
7. Demokratik Tepki ve Hukuki Mücadele Yolları: Yurttaşların ve Kurumların Sorumluluğu
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasa, Türk Ceza Kanunu ve evrensel insan hakları ilkelerine aykırı şekilde toplumsal yaşamı şekillendirme girişimi karşısında yalnızca hukuki değil, demokratik tepkiler de zorunlu hale gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olduğu kadar aynı zamanda demokratik bir toplumdur; bireylerin anayasal düzene, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkması yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir.
7.1 Vatandaşların Suç Duyurusunda Bulunma Hakkı
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 74. maddesi, vatandaşlara dilekçe hakkı tanımaktadır:
“Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de oturan yabancılar, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir.”
Bu kapsamda yurttaşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söz konusu hutbesi nedeniyle:
• Cumhuriyet Başsavcılıklarına TCK 216 (halkı kin ve düşmanlığa tahrik),
• TCK 122 (ayrımcılık),
• Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırılık ve görevini kötüye kullanma gerekçeleriyle suç duyurusunda bulunabilir.
Ayrıca, ilgili hutbenin kamu hizmeti veren devlet görevlileri tarafından halka sunulmuş olması nedeniyle TCK 257 (görevi kötüye kullanma) kapsamında da değerlendirme yapılması mümkündür.
7.2 Siyasi Partiler ve STK’ların Sorumluluğu
Laikliği savunmak, yalnızca devletin anayasal görevi değil, aynı zamanda tüm siyasi partilerin, baroların, sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının ortak sorumluluğudur. Bu bağlamda:
• TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler, Diyanet’in laiklik dışına çıkan uygulamalarını TBMM gündemine taşımalı, araştırma önergeleri vermelidir.
• Anayasa Mahkemesi ve Sayıştay, Diyanet’in anayasal sınırlar dışındaki faaliyetlerini denetlemekle yükümlüdür. Bu yönde başvuru ve denetim talebi oluşturulabilir.
• Barolar ve hukuk dernekleri, ilgili hutbeye karşı halkı bilgilendirici açıklamalar yapmalı, hukuki destek sağlamalıdır.
• Kadın örgütleri ve insan hakları dernekleri, bu tür hutbelerin kadın haklarını ve beden dokunulmazlığını ihlal eden yönlerini ifşa etmeli, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hazırlıkları yapmalıdır.
Bu süreçte, halkın anayasal düzene sahip çıkması ve demokratik tepki mekanizmalarını harekete geçirmesi esastır.
7.3 Eğitim ve Medya Yoluyla Laiklik Bilincinin Güçlendirilmesi
Diyanet’in toplumda giderek artan dini dayatmalarına karşı verilecek tepki yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve eğitsel düzlemde de olmalıdır. Bu doğrultuda:
• Milli Eğitim Bakanlığı, laik yurttaşlık eğitimi kapsamında anayasa, insan hakları ve laiklik ilkelerini daha görünür hale getirmelidir.
• Üniversiteler ve akademi, Diyanet’in toplumsal etkileri üzerine disiplinler arası çalışmalar yapmalı, kamuoyunu bilimsel verilerle aydınlatmalıdır.
• Bağımsız medya, bu tür hutbelerin kamuoyundaki yankılarını nesnel şekilde ele almalı ve halkın doğru bilgilendirilmesini sağlamalıdır.
• Dijital medya okuryazarlığı teşvik edilmeli, genç kuşaklara anayasal haklarını koruma bilinci verilmelidir.
Bu çabalarla birlikte laikliğe yönelik toplumsal hassasiyetin güçlendirilmesi ve anayasal düzenin korunması sağlanabilir.
Diyanet’in laiklik ilkesine aykırı faaliyetleri, yalnızca bir kurum sorunu değil, doğrudan rejim ve anayasa sorunudur. Bu bağlamda bireylerin, siyasi kurumların, sivil toplumun ve yargının ortaklaşa hareket ederek anayasal düzeni savunmaları elzemdir. Çünkü demokratik bir toplumda haklar, yalnızca anayasalarda yazılı olmakla değil; aynı zamanda toplumun onları sahiplenmesiyle korunur.
8. Sonuç ve Öneriler
Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik ve hukuk devleti olarak; bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumakla yükümlüdür. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son hutbesinde kadınların giyim tarzı, estetik ameliyatlar ve dövme gibi hususları “haram” ve “günah” olarak nitelendirmesi, anayasal laiklik ilkesine ve birey haklarına doğrudan aykırıdır. Bu durum, devletin tarafsızlık ve eşitlik ilkeleriyle bağdaşmayan, kamu hizmeti vermesi gereken bir kurumun görev sınırlarını aşan müdahaleci bir yaklaşım sergilemesi anlamına gelmektedir.
8.1 Anayasal ve Hukuki İhlallerin Netliği
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2., 10., 24. ve 174. maddeleri ile Türk Ceza Kanunu’nun 122. ve 216. maddeleri açıkça bu tür uygulamalara karşı koruma sağlamaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi, dini inanç özgürlüğünü koruyarak devlet kurumlarının dini dayatmasını engeller. Dolayısıyla, Diyanet’in mevcut uygulamaları, hukuki açıdan ciddi ve somut bir ihlal teşkil etmektedir.
8.2 Toplumsal ve Demokratik Sonuçlar
Bu tür müdahaleler toplumsal barışı zedelemekte, kadın hakları ve bireysel özgürlükler açısından geriye gidişe neden olmaktadır. Kadınların kendi bedenleri ve kıyafetleri üzerinde özgürce karar verme hakları, temel insan haklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Devlet kurumlarının bu haklara müdahalesi, sadece bireysel değil toplumsal anlamda da ciddi sorunlar yaratır.
8.3 Öneriler
• Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev ve sınırları anayasal çerçevede netleştirilmeli; laiklik ilkesi doğrultusunda faaliyetleri sıkı şekilde denetlenmelidir.
• Yargı organları, vatandaşların yapacağı suç duyurularını ivedilikle değerlendirmeli, ilgili sorumlular hakkında hukuki süreç başlatmalıdır.
• Siyasi partiler, laiklik ilkesinin korunması için ortak tutum sergileyerek, Meclis çatısı altında somut adımlar atmalıdır.
• Sivil toplum kuruluşları ve kadın örgütleri, hukuki mücadele yanında toplumsal farkındalık yaratacak kampanyalar düzenlemelidir.
• Eğitim sisteminde laiklik, insan hakları ve kadın hakları konusunda müfredat güçlendirilmelidir.
8.4 Son Söz: Atatürk İlke ve Devrimlerinin Korunması
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, laiklik ilkesini “Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkması” için vazgeçilmez olarak görmüştür. Atatürk’ün sözleriyle:
“Laiklik; Cumhuriyet’in teminatıdır.”
Bu teminatın korunması, yalnızca devlet kurumlarının değil, her bir vatandaşın da görevidir. Diyanet’in hukuk dışı uygulamalarına karşı toplumsal ve hukuki refleks geliştirmek, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkmanın en temel yoludur.
Kaynaklar
1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982.
2. Türk Ceza Kanunu, 5237 Sayılı Kanun, 2004.
3. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1950.
4. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları, Lautsi v. İtalya (2011), Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye (2007).
5. Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, 1927.
6. Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu, 633 Sayılı Kanun, 1965.