Erdoğan’ın Haliç Üniversitesi Konuşması Üzerinden Bir İnceleme
Din, Kimlik ve Haliç Çıkışıyla Gelen Cahil Cesareti
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana akıl, bilim ve hukuk üzerine inşa edilmiş bir modernleşme projesidir. Bu projenin temel direklerinden biri laikliktir: Dinle devlet işlerinin birbirine karışmadığı, inançların bireysel, kamunun ise tarafsız olduğu bir sistem. Fakat görünüşe göre bazıları bu temel ilkeleri hâlâ “müfredat dışı” kabul ediyor.
Erdoğan’ın Haliç Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada sarf ettiği “Müslümanlık en üst kimliğimizdir” ifadesi, sadece retorik bir gaf değil; aynı zamanda anayasa tanımazlığın, toplum mühendisliğinin ve teokratik devlet anlayışının dolaysız bir ifadesidir. Bu beyan, herhangi bir platformda değil, genç beyinlerin yetiştiği bir üniversitenin kürsüsünden yapılmıştır. Demek ki sorun yalnızca söylenende değil, bu sözlere alkış tutan akademik ve idari yapıda da aranmalıdır.
Üstelik bu açıklama yalnızca bir inanç vurgusu değil, kimliğin en üst düzeyde dine indirgenmesidir. Türkiye’nin vatandaşlık tanımına, laiklik esasına ve hukuk devletine taban tabana zıt olan bu çıkış, Erdoğan’ın devlet yönetiminde dini, hukukun ve anayasanın önüne koyduğunun açık bir delilidir. “Haliç’te okuyan gençlere ilham veriyoruz” derken, hangi ideolojik reçeteyi dağıttığı da böylece anlaşılmış oldu.
1. Laiklik: Anayasanın Temel Taşı, Erdoğan’ın Hedef Tahtası
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde belirtilmiş temel ilkelerden biridir. Bu ilke, sadece dinin devlet işlerine karışmamasını değil, aynı zamanda devletin tüm inançlara eşit mesafede durmasını da zorunlu kılar. Laiklik, dinsizlik değil; hukuk devletinde özgürce inanmanın garantisidir.
Erdoğan’ın “Müslümanlık en üst kimliğimizdir” ifadesi, laikliği sadece zayıflatmakla kalmaz, doğrudan ortadan kaldırmayı hedefleyen bir söylemdir. Bu görüşe göre devlet artık tarafsız bir hakem değil, belli bir inanç sisteminin sözcüsü konumundadır. Böylece Anayasa bir kitapçık olmaktan öteye geçemezken; dini beyanlar anayasanın yerine geçer hâle gelir.
Bu bağlamda, Erdoğan’ın açıklaması yalnızca bir siyasi tercih değil, aynı zamanda anayasal bir sorumluluğun ihlalidir. Erdoğan, anayasaya bağlı kalacağına yemin etmiş bir kamu görevlisidir. Ancak görünen o ki, “yemin” de artık sembolik, folklorik bir tören hâline gelmiş; ne içeriği ne de bağlayıcılığı kalmıştır. Biz de “laiklik elden gidiyor” sloganını ironik biçimde yeniden kullanmak zorunda kalıyoruz: Gitti zaten!
2. Kimlik: Vatandaşlık mı, Mezhepçilik mi, Yoksa Popülist İslami Romantizm mi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık tanımı, 1924’ten beri dini değil, ulusal kimliği esas alır. “Türk” kimliği; etnik değil, siyasal bir üst kimlik olarak tanımlanmıştır. Ancak Erdoğan’ın beyanı, bu eşit yurttaşlık anlayışını rafa kaldırmakta, kimlik tanımını mezhepsel bir aidiyete indirgemektedir.
“Müslümanlık en üst kimliğimizdir” demek; gayrimüslim, ateist, agnostik ya da farklı inançlara sahip vatandaşları ikinci sınıf görmek anlamına gelir. Bu, sadece anayasal eşitliğe değil, toplumsal barışa da açık bir tehdittir. “Üst kimlik” söylemiyle yapılan bu dışlayıcılık, Erdoğan’ın kimlik mühendisliği konusundaki ısrarının bir başka tezahürüdür.
Erdoğan’a göre ideal vatandaş hem Sünni, hem Müslüman, hem itaatkâr olmalı; mümkünse cuma namazını kaçırmamalı, lüks arabasını da yerli ve milli kullanmalıdır. Bu modele uymayanlara ise yalnızca “vatandaşlık numarası” verilmekte, eşit yurttaşlık hakkı tanınmamaktadır. Gerçekten de kimlik kartındaki “din hanesi” kapatıldı; ama zihinlerde hâlâ büyütülüyor.
3. Din ve Devlet: Kavunu Karpuza Karıştıran Kafalar
Devlet, kurumsal bir yapıdır; dini inancı yoktur. Devletin dini olmaz, çünkü devlet soyut bir mekanizmadır; kişiler gibi inanmaz, ibadet etmez, sevap da işlemez. Ancak Erdoğan’a göre devlet, bir tür dini organizma hâline gelmiştir. Sanki devleti cuma hutbesiyle yönetiyor.
Haliç Üniversitesi kürsüsünden yapılan bu açıklama, devleti bir mezhep topluluğuna dönüştürme çabasının yeni bir halkasıdır. Laik bir üniversitede, laik bir devlette, bir kamu görevlisinin dini üstünlük ilanı yapması, anayasal ve ahlaki bir krizdir. Bu kriz aynı zamanda bilimle dogmanın çatışmasını da sembolize eder. Üniversitelerde bilim değil, inanç protokolleri okutulmaya başlanırsa, burası İran olur, Arabistan olur; ama Türkiye olamaz.
Zaten son yıllarda “milli ve manevi değerler” kılıfıyla eğitime sızan bu dogmalar, artık doğrudan devletin “üst kimliği” ilan ediliyor. Bu da gösteriyor ki Türkiye, teokratik bir devlet olma yönünde hızla ilerliyor. Erdoğan, devleti laik değil, uhrevi bir misyonla şekillendirme gayreti içinde. Oysa anayasa, devletin bu tür bir misyonu reddetmesini zorunlu kılar.
4. Anayasal Suç: Yemin Var, Yasa Var, Ama Cezai Sorumluluk Yok(!)
Erdoğan’ın beyanı sadece politik bir tercih değil, aynı zamanda bir anayasa ihlalidir. Anayasa’nın 103. maddesinde, Cumhurbaşkanı görevine başlarken “…Anayasaya, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma…” diye yemin eder. Ancak “bağlı kalma” kavramı, Erdoğan için muhtemelen sadece protokolde geçen bir nezaket kuralı gibi algılanıyor.
Anayasayı ihlal eden beyanlar, hukuki açıdan ciddi sonuçlar doğurmalıdır. Bu tür açıklamalar anayasal suç kapsamına girer. Ancak Türkiye’de cumhurbaşkanının dokunulmazlığı, bir tür “anayasal zırh” hâline gelmiştir. Bu zırh, sadece Erdoğan’ı değil, aynı zamanda anayasanın ruhunu da esir almıştır. Hukuk uyum sağlamazsa, baskının kılıfı olur.
Erdoğan’ın görevden azli, mevcut sistemde teknik olarak Meclis’in nitelikli çoğunluğuna bağlıdır. Yani kendi atadığı çoğunluğun kendisini azletmesini beklemek, deveye hendek atlatmaktan daha zordur. O hâlde sormak gerekir: Anayasal suçun cezası yoksa, anayasanın kendisinin hükmü kalır mı?
5. Mizah, Azil ve Toplu Terapi: Çözüm Ne Olabilir?
Erdoğan’ın “Müslümanlık en üst kimliğimizdir” sözüne verilecek ilk tepki belki de kahkaha olmalı. Çünkü bu açıklama, anayasal bir suç olduğu kadar, absürtlüğün de zirvesidir. Devlet yönetimini imam-hatip mantığıyla yapan bir liderden laiklik hassasiyeti beklemek, fazlasıyla iyimserlik olur.
Peki çözüm nedir? Erdoğan’ı azletmek mi, yoksa bu gidişatı mizah yoluyla teşhir etmek mi? Belki de en etkilisi mizahın gücüdür. Çünkü mizah, yalnızca bir eleştiri aracı değil, aynı zamanda zihinsel özgürleşmenin ilk adımıdır. Bu yazı da, anayasa yerine kişisel inançla devlet yönetenlere karşı bir tür anayasal mizah bildirgesidir.
Sonuçta mesele yalnızca Erdoğan’ın sözleri değil, bu sözlere tepki vermeyen sistemdir. Yani azil mekanizması da çalışmıyor, anayasa da uygulanmıyor. Belki de en makul çözüm, kolektif bir anayasa okuma kampanyası başlatmaktır. Katılım zorunlu, çıkış kapalı: İlk ders, “Devletin dini yoktur.”
Dipnotlar
1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 2 – Laiklik ilkesi.
2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 103 – Cumhurbaşkanlığı yemini.
3. Hacettepe Üniversitesi, 2024 – Erdoğan’ın konuşması, basında geniş yer buldu.
4. Atatürk, M. K. (1927). Nutuk. Türk ulus-devlet kimliği ve laiklik vurgusu.
5. Göle, N. (1997). “Secularism and Islamism in Turkey.” Middle East Journal.
6. Kaboğlu, İ. Ö. (2006). Laiklik ve Anayasa. İstanbul: İletişim Yayınları.
7. Arato, A. (2011). “Post-Sovereign Constitutionalism.” Philosophy & Social Criticism.
8. Toprak, B. (1981). Islam and Political Development in Turkey. Brill Academic Publishers.
9. Resmi Gazete, Cumhurbaşkanı Yemin Metni (T.C. Anayasası).
10. Toker, Ç. (2024). Laikliğe Aykırılığın Cezai Sınırları. İstanbul Barosu Yayınları.