İnsan-hayvan ilişkisi tarihsel süreçte evrilerek çok katmanlı bir yapıya bürünmüştür. Tarım devriminden sanayi toplumuna, oradan da postmodern bireyliğe uzanan çizgide hayvanlar, hem ekonomik hem duygusal anlamda insan yaşamının ayrılmaz parçaları olmuştur. Günümüzde sadece evcil hayvan sahipliği değil, aynı zamanda hayvanlarla yaşamanın etik ve hukuki boyutları da kamuoyunda ciddi bir tartışma konusudur.
Hayvanların sadece “mal” ya da “mülk” olarak değerlendirilmesi anlayışı, son yıllarda yerini onların birer hissedebilir canlı olarak tanınmasına bırakmaktadır. Bu değişim, özellikle Avrupa Birliği normlarında ve bazı Latin Amerika ülkelerinde hayvan haklarının anayasal güvence altına alınması ile ivme kazanmıştır. Türkiye’de de 2021 yılında 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile hayvanlara yönelik şiddet, “kabahat” değil “suç” olarak tanımlanmıştır[1].
Bu bağlamda, hayvanla yaşamak yalnızca bireysel bir tercih değil, toplumsal düzeni doğrudan etkileyen hukuki ve etik bir meseledir.
1. Hayvanla Yaşamak: Kavramsal ve Sosyolojik Arka Plan
Hayvanla yaşamak kavramı, yalnızca bir hayvanın fiziksel olarak insan yaşam alanında bulunmasından ibaret değildir. Bu durum, insan-hayvan arasındaki duygusal, psikolojik ve davranışsal bağın oluştuğu bir yaşam pratiğini ifade eder. Özellikle kentleşme ile birlikte, evcil hayvan sahipliği, yalnızlıkla mücadele etmenin, psikolojik destek sağlamanın ve aidiyet hissinin yeniden üretildiği bir araç haline gelmiştir[2].
Sosyolojik açıdan incelendiğinde, hayvanla yaşamak pratikleri bireyin yaşam tarzını, tüketim alışkanlıklarını ve sosyal ilişkilerini yeniden şekillendirmektedir. Örneğin, “pet friendly” mekanlar, konut projeleri ve ulaşım modelleri hayvanla yaşayan bireylerin talepleri doğrultusunda yeniden tasarlanmaktadır. Bu durum, kent kültüründe yeni bir toplumsal sınıfın —“hayvanla yaşayan birey”— oluşumunu desteklemektedir[3].
Ancak bu yeni yaşam biçimi yalnızca bireysel değil, kamusal bir mesele haline de gelmiştir. Kamusal alanların hayvanlarla paylaşımı, komşuluk ilişkileri, gürültü, hijyen ve güvenlik gibi konular, toplumsal bir uzlaşı zemini oluşturmayı zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, hayvanla yaşamak yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk çerçevesinde değerlendirilmelidir.
2. Hayvan Olma Hakkı: Etik ve Felsefi Temeller
Hayvan olma hakkı, insan dışı hayvanların yaşamlarını kendi türsel ihtiyaçları doğrultusunda sürdürebilme haklarını ifade eder. Bu kavram, özellikle Peter Singer’ın “türcülük” eleştirisi ve Tom Regan’ın “özgül haklar” yaklaşımı ile felsefi zemine oturmuştur[4]. Singer’a göre, acı çekebilen tüm varlıklar ahlaki olarak dikkate alınmalıdır ve hayvanların sömürülmesi, ahlaki bir çelişki yaratmaktadır.
Bu hak, hayvanların yalnızca şiddetten korunması değil, aynı zamanda kendi doğalarına uygun bir yaşam sürebilmeleri anlamına gelir. Hayvan olma hakkı, onları özne olarak tanıma ve sadece insan merkezli çıkarlar çerçevesinde değerlendirmeme ilkesine dayanır. Örneğin bir köpeğin zincire vurulmadan özgürce dolaşma hakkı ya da bir kuşun doğal ortamında yaşama hakkı bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu etik yaklaşımın hukuki alanda karşılık bulması, ancak hak odaklı bir hukuk sisteminin inşasıyla mümkündür. Hayvan olma hakkı, yalnızca koruyucu tedbirlerle değil, aktif olarak tanınan pozitif haklarla güçlendirilmelidir. Bu çerçevede hayvanlar, yalnızca “nesne” değil, hukuki birer “özne” olarak kabul edilmelidir.
3. Hukuki Boyut: Türkiye ve Uluslararası Mevzuat
Türkiye’de hayvan hakları hukuku, uzun süre kabahatler hukuku kapsamında değerlendirilmiş; hayvanlara yönelik fiiller idari para cezalarıyla sınırlı kalmıştır. Ancak 2021 yılında yapılan yasal düzenlemelerle birlikte, hayvanlara eziyet ve kötü muamele, Türk Ceza Kanunu kapsamına alınarak hapis cezası öngörülmüştür[5]. Bu önemli bir ilerleme olmakla birlikte, hâlâ hayvanların hukuki statüsü “canlı eşya” kavramı ile sınırlandırılmaktadır.
Uluslararası düzeyde ise, hayvan haklarının anayasal güvence altına alınması örnekleri giderek artmaktadır. Almanya, 2002 yılında anayasasında hayvanları koruma yükümlülüğünü açıkça tanımıştır. Benzer şekilde, Hindistan Anayasa Mahkemesi, hayvanların da “yaşam hakkı” olduğunu ifade ederek türcülük karşıtı bir içtihat geliştirmiştir[6]. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, dolaylı yoldan hayvan haklarıyla ilgili kararlar vermekte, bu hakları insan onuru ile bağlantılı olarak değerlendirmektedir.
Türkiye’de ise hâlâ hayvanların hukuki kişiliği tanınmış değildir. Hayvanlara yönelik şiddetin cezalandırılması yönünde atılan adımlar, önemli olmakla birlikte, hayvanların hak öznesi olarak tanınmaması, hak temelli bir hukuk anlayışının eksikliğini ortaya koymaktadır.
4. Toplumsal Etkiler ve Muhtemel Sonuçlar
Hayvanların hukuki haklarının tanınması, sadece onların korunmasını değil, aynı zamanda toplumda empati ve etik duyarlılık düzeyinin artmasını sağlar. Toplumun bir bütün olarak şiddet karşısındaki tutumunu etkileyen bu durum, çocukların gelişimi ve bireylerin psikolojik sağlığı üzerinde de olumlu etkiler yaratmaktadır[7].
Ancak hayvan haklarının genişletilmesi, bazı toplumsal çatışmaları da beraberinde getirebilir. Örneğin, hayvan hakları savunucuları ile geleneksel hayvancılıkla geçinen kesimler arasında ciddi gerilimler yaşanabilmektedir. Ayrıca sokak hayvanlarına dair alınacak kararlar, farklı sosyo-ekonomik grupların çıkarlarını doğrudan etkileyebilmektedir.
Bu bağlamda, hayvan hakları düzenlemeleri yalnızca yasal değil, aynı zamanda kültürel ve sosyolojik bir dönüşümle desteklenmelidir. Eğitim sisteminde hayvan haklarına dair bilinç oluşturmak, yerel yönetimlerin hayvanlarla ilgili hizmet kapasitelerini artırmak ve medyada duyarlılık odaklı temsil biçimlerini yaygınlaştırmak, bu dönüşümün temel araçları arasında yer almalıdır.
Sonuç
Hayvanla yaşamak, bireysel bir yaşam tercihi olmanın çok ötesine geçerek etik, hukuki ve sosyolojik bir meseledir. Hayvan olma hakkının tanınması, yalnızca hayvanların değil, insanlığın da etik gelişimi açısından önem taşımaktadır. Hukuki düzenlemelerin hayvanları birer hak öznesi olarak tanıması, bu gelişimin temel taşıdır.
Türkiye’de son yıllarda yapılan hukuki reformlar umut verici olsa da, hayvanların nesne statüsünden özne statüsüne geçişi henüz tamamlanmamıştır. Bu geçiş, ancak anayasal düzeyde yapılacak tanımlamalar ve kamusal politikalarla desteklendiği ölçüde sürdürülebilir olacaktır. Ayrıca, bu sürecin toplumsal olarak benimsenmesi ve içselleştirilmesi, eğitim ve bilinçlendirme faaliyetlerinin etkili bir biçimde yürütülmesiyle mümkündür.
Sonuç olarak, hayvanla yaşamak yalnızca bir hak değil, aynı zamanda etik bir sorumluluk ve toplumsal bir taahhüttür. Bu çerçevede yapılacak her düzenleme, daha adil, duyarlı ve yaşanabilir bir toplumun inşasına katkı sağlayacaktır.
Dipnotlar
[1] 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, 2021 Değişiklikleri, T.C. Resmî Gazete, 14.07.2021.
[2] Franklin, A. (2006). “Becoming Animal: The Social Construction of Human–Animal Relations.” Society & Animals, 14(1), 1–15.
[3] Irvine, L. (2013). “If You Tame Me: Understanding Our Connection with Animals.” Temple University Press.
[4] Singer, P. (1975). Animal Liberation, HarperCollins.
[5] T.C. Adalet Bakanlığı, “Hayvanlara Karşı Suçlar Hakkında Mevzuat Değişiklikleri,” 2021.
[6] Supreme Court of India, Animal Welfare Board v. A. Nagaraja, 2014 SCC 538.
[7] Daly, B. & Morton, L. L. (2006). “Children with Pets Do Better at School.” Journal of Psychology, 140(3), 1–6.