İklim Yasası mı, Emperyalizmin Yeşil Maskesi mi?

Zeytinlikten Meclise, Yeraltından Üst Makamlara Kadar Uzanan Bir Eleştiri

1. “Doğayı Koruyorum” Diyerek Doğayı Satanlar Çağı

Son yıllarda dünya genelinde iklim krizi bahanesiyle oluşturulan yasa ve protokoller, çevre korumacılığı kisvesi altında işlev görürken, gerçekte küresel sermayenin önünü açmakta, yerel halkların doğal zenginliklerini çok uluslu şirketlere pazarlamaktadır. Türkiye özelinde ise “İklim Yasası” adıyla duyurulan bu mevzuat, halkın çevresel taleplerine yanıt değil, enerji tekellerinin çıkarlarına selam gönderen bir düzenlemedir. Görünüşte karbon emisyonunu azaltmaya, çevreyi korumaya, sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmeye yöneliktir; ancak satır araları dikkatle okunduğunda yasanın çevreyi değil, çevreciliği meta haline getiren bir pazar aracına dönüştüğü görülmektedir.

2. Yasayla Gelen “Yeşil Sömürü”: İklim Adına Yıkım

İklim Yasası’nın ana omurgası, Paris İklim Anlaşması ve Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum çerçevesinde şekillendirilmiştir. Ancak mesele tam da burada başlamaktadır: Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin “karbon nötr hedeflere” kilitlenmesi, tarihsel olarak çevreyi kirleten ülkelerin baskısıyla, enerji bağımlılığının daha da artmasına neden olmaktadır.

Zira yasa; fosil yakıttan çıkışı değil, yerli kaynakların el değiştirmesini amaçlamaktadır. Rüzgar enerjisi yatırımı deniyor, zeytinliklerin ortasında türbin dikiliyor. Güneş enerjisi diyorlar, mera alanları çitle çevriliyor. Temiz enerji yatırımı adı altında Anadolu’nun her dağı, her vadisi şirketlere ruhsatlanıyor. Böylece çevrecilik, çevreyi koruma değil, şirketlerin yeni yatırım rotalarını “yeşil” göstermek için kullanılan bir pazarlama argümanına dönüşüyor.

3. Zeytinlikler: Kanunla Değil, Kepçeyle Yönetilen Alanlar

Zeytin ağacı bu topraklarda sadece bir tarım ürünü değil, kültürdür, kimliktir, hafızadır. 1939 tarihli Zeytincilik Yasası bile zeytinliklerin ne kadar hayati olduğunu göstermekteyken, son yıllarda bu alanların maden, enerji ve yapı projelerine açılması için çıkarılan yönetmelikler, her şeyin özetidir.

İklim Yasası’nın ardından hız kazanan bu süreçte, bir gecede zeytinlik statüsü değiştirilen araziler, artık şirketlerin enerji santrali arsasıdır. Yetkililer, “stratejik yatırım” bahanesiyle bin yıllık ağaçları söküp yerine metal direkler dikmektedir. Şayet zeytin konuşabilseydi, bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dosyası olurdu!

4. Meclis mi? Evet, Orada da Sessiz Bir Ekosistem Var

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu yasa görüşülürken ortaya konan muhalefet, ne yazık ki sadece protokol düzeyinde kalmış; anlamlı bir direniş, bir “yasama refleksi” gelişmemiştir. Hükümet kanadı yasayı “iklim sorumluluğu” olarak sunarken, muhalefet partileri ya “yetmez ama evet” demiş ya da “biz gelince düzeltiriz” diyerek konuyu zamana havale etmiştir. Bu pasif tutum, çevre hukukunun değil, siyasal PR mekanizmalarının çalıştığını göstermektedir.

Meclisteki bu sessiz çığlık, aslında halkın sesiyle hiçbir bağ kuramamış bir siyaset tarzının ürünüdür. Yasalar doğaya değil, doğayı paylaşan şirketlere hizmet etmeye başlayınca, siyaset de doğanın değil, lobi odalarının sözcüsü olmaktadır.

5. Direniş Nerede? Taksim’de Değil, Tarlada Arayın

Gezi Direnişi sırasında bir ağacın kesilmesi binlerce kişiyi sokağa dökmüştü. Ancak bugün, binlerce zeytin ağacı kesilirken, tepki birkaç sosyal medya gönderisinden ibaret kalmaktadır. Çünkü sistem, çevre direnişini etkisizleştirmiştir.

Yereldeki çiftçiler, köylüler, kadınlar, gençler; ellerinde dilekçelerle savcılıklarda, valiliklerde, mahkemelerde hak arıyor. Ancak karşılarında, sermayeyi “kamu yararı” diye tanımlayan bir bürokrasi duvarı var. Direnişin bastırılması için kullanılan araçlar yargı, kolluk, medya ve hatta “STK görünümlü şirket ortaklarıdır.”

6. Emperyalist Projeler ve Yeşil Mandacılık

İklim Yasası’nın ve benzeri düzenlemelerin arkasındaki asıl motivasyon, küresel sermayenin enerji geçişini gelişmekte olan ülkelere ihale etme planıdır. “Sen kömür kullanma, ama madenini bize aç.” “Sen üretme, biz satın alırız.” Bu, 21. yüzyılın yeşil mandacılığıdır.

Yerli ve milli kavramlarını dilinden düşürmeyenler, ülkenin yeraltı zenginliklerini çok uluslu şirketlere ihalesiz teslim ederken, halkı “tasarruf yapmaya” çağırıyor. Elektrik zammı geldiğinde sorumlu halk; maden ruhsatı dağıtıldığında ise sorumlu şirketler değil. Bu düzen, kamusal olanı özelleştirirken, faturayı kamusal vicdana kesiyor.

7. Toprak ve Gelecek: Satılık Değildir

Bu ülkenin dağları, taşları, dereleri; sadece maden değil, hafızadır.

Her zeytin ağacı, bir annenin gölgesinde çocuk büyüttüğü yerdir.

Her vadi, bir halkın şarkısının yankılandığı yerdir.

Bugün bu değerler; “yatırım” adıyla, “kalkınma” bahanesiyle yok ediliyorsa,

Bu sadece çevre krizi değil, kültürel ve siyasal bir işgaldir.

Zira ülke kalkınması, sadece maden çıkararak değil; o madeni kim çıkarıyor, kim işliyor, kim kazanıyor sorularına yanıt vererek sağlanır. Bugün bu sorular yanıtsızdır. Bu nedenle kalkınmadan söz etmek, üzeri yaldızlı bir sömürü anlatısından başka bir şey değildir.

8. Sonuç: Toprak Sadece Yatırım Alanı Değil, Vatanın Ta Kendisidir

İklim Yasası gibi görünüşte çevreci ama özünde sermaye odaklı düzenlemeler, sadece çevreyi değil, halkın egemenlik haklarını da tehdit etmektedir. Türkiye’deki doğal kaynakların, zeytinliklerin ve ormanların bir bir şirketlere devredilmesi; kamu yararına değil, çıkar gruplarına hizmet etmektedir. Bu sürecin meşrulaştırılmasında kullanılan “iklim” söylemi, artık bir çevre sorunu değil, bir siyasal manipülasyon aracıdır.

Bu nedenle çevre mücadelesi artık sadece ağaç kurtarma değil, egemenlik, demokrasi ve gelecek mücadelesidir. Zeytinliğini kaybeden halk, sadece ağacını değil; kendi kaderini de şirketin ellerine teslim etmiş olur. Bu yasa ve benzerleri, sessiz kalındıkça yeni versiyonlarıyla gelecek ve ülkenin her karış toprağını ruhsat alanı olarak görecektir.

Artık suskun kalmak, sadece doğayı değil; adaleti, hukuku ve onuru da yok saymaktır. Direniş, sadece şehir meydanlarında değil; her zeytinliğin dibinde, her köyün girişinde, her vicdanlı yürekte başlamalıdır. Çünkü bu toprak sadece “coğrafya” değil, vatandır. Ve vatanı korumak, artık bir çevrecilik eylemi değil; tarihi bir zorunluluktur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir