İsrailliler Sığınakta, İranlılar Sokakta:

Kaybeden İsrail ve ABD Hegemonyasının Batı Asya’da Çöküşü

2025 yılının ilk yarısında Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, yalnızca bölgesel değil, küresel düzeyde derin kırılmalara yol açmıştır. İsrail’in İran’a yönelik doğrudan askeri saldırısı ve buna İran’ın karadan ve havadan verdiği karşılık, sadece iki ülke arasındaki gerilimi değil, aynı zamanda Batı hegemonyasına dayalı uluslararası güvenlik sisteminin meşruiyetini de sorgulatmıştır. Bu sürecin en çarpıcı sonucu ise toplumsal düzlemde kendini göstermiştir: İsrail halkı sığınaklara çekilirken, İran halkı sokaklara çıkarak rejimlerini desteklemiş, bu manzara bir ulusun çözülmesini, diğerinin ise konsolidasyonunu simgelemiştir.

Savaşın daha ilk haftasında İsrail’den deniz ve kara yoluyla kitlesel kaçışlar başlamış, nüfusun önemli bir kısmını oluşturan çifte vatandaş Yahudiler Kıbrıs, Yunanistan ve Ürdün gibi ülkelere geçmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, “İsrail Yahudiler için en güvenli yer” anlatısının büyük ölçüde çöktüğüne işaret etmektedir. Öte yandan, İran’da sokaklara çıkan halk, ülkenin rejimine yönelik dış müdahalelere karşı güçlü bir ulusal direniş hattı oluşturmuştur.

1. Çatışmanın Başlangıcı: İsrail’in Stratejik Hatası

İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, hem zamanlama hem de stratejik açıdan ciddi tartışmalara yol açmıştır. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, 7 Ekim sonrası Gazze’de başlattığı yıkıcı operasyonun uluslararası alanda meşruiyetini kaybetmesinin hemen ardından İran’a yönelmesi, birçok analist tarafından “gündem saptırma” ve “iç politikayı dış operasyonla konsolide etme çabası” olarak değerlendirilmiştir¹. Ancak bu hamle beklenenin aksine İsrail’in güvenlik algısını pekiştirmemiş, aksine ülke içinde büyük bir güven krizi doğurmuştur.

İsrail Hava Kuvvetleri’nin, Şam ve İsfahan’daki İran Devrim Muhafızları üslerine düzenlediği saldırılar, İran’ın uzun süredir ilan ettiği “kırmızı çizgilerin” açık şekilde ihlal edilmesiydi. İran, bu saldırılara karşılık olarak İsrail’in güneyini hedef alan karadan-karaya füze sistemleriyle ve insansız hava araçlarıyla doğrudan karşılık verdi. Bu karşı saldırılar, İsrail tarihinde ilk kez geniş ölçekli bir iç cephe paniği doğurmuş; Tel Aviv, Hayfa ve Beerşeba’da halk sığınaklara çekilmiş, bazı şehirlerde hayat durma noktasına gelmiştir².

Dahası, İsrail içinde yaşayan Arap nüfus başta olmak üzere bazı sosyal gruplar, hükümetin “bizi bir savaşın içine sürüklüyorlar” yönündeki eleştirilerini açıkça dile getirmeye başlamıştır. Askerî olarak üstün olduğu varsayılan İsrail’in, İran karşısında ilk günlerden itibaren “savunma psikolojisine” girmesi, Netanyahu yönetiminin stratejik iflasının göstergesi olarak değerlendirilmiştir³.

2. İsrail’in Güvenlik Algısının Çöküşü

İsrail devleti, kuruluşundan bu yana kendisini Yahudi halkı için güvenli bir sığınak olarak tanımlamıştır. Bu stratejik vizyon, Holokost sonrası diaspora psikolojisinin etkisiyle şekillenmiş ve İsrail’in askeri, istihbari ve diplomatik politikalarına yön vermiştir. Ancak son dönemde yaşanan gelişmeler, bu temel güvenlik mitinin kırılmasına yol açmıştır. Hava saldırıları, füze tehditleri ve özellikle sivil altyapının hedef alınmasıyla birlikte İsrail halkı sığınaklara çekilmiş; ülke içinde bir güvenlik kaygısı psikolojik bir kriz hâline dönüşmüştür.

İsrail hükümeti, özellikle Gazze ve Lübnan hattından gelen saldırılara karşı yüksek teknolojiye dayalı savunma sistemlerini (Demir Kubbe, David’s Sling vb.) uzun yıllar bir güvence olarak sundu. Ancak bu sistemlerin yoğun saldırı altında yetersiz kalması, halkın hükümete olan güvenini sarsmış ve ülkede kitlesel göç eğilimlerini tetiklemiştir. İddialara göre yaklaşık 400 bin kişi ülkeyi terk etmiş, özellikle Avrupa pasaportuna sahip çifte vatandaşlar, alternatif yaşam seçeneklerini hızla hayata geçirmiştir. Bu durum, İsrail’in “karşı koyulmaz caydırıcılığı” efsanesine ciddi bir darbe olarak yorumlanmaktadır.

Bu gelişmelerin sadece askeri değil, toplumsal sonuçları da olmaktadır. İsrail’in farklı şehirlerinde, halk arasında yaygın bir güvensizlik duygusu hâkimdir. Hükümetin acil durum planlarının yetersizliği, sağlık ve ulaşım sistemlerinin felç olması gibi sorunlar, ülke içindeki kaotik tabloyu derinleştirmektedir. Göçmen kaçakçılığına dönüşen deniz ve kara yolları, devletin halkı koruma kapasitesinin sorgulanmasına yol açmıştır. Böylece İsrail için inşa edilen “kutsal topraklara dönüş” anlatısı, hem içeriden hem dışarıdan ciddi bir sorgulamayla karşı karşıya kalmıştır.

3. Toplumsal Panik ve Göç Dalgası

İsrail’de güvenlik mitinin çökmesiyle birlikte toplumsal psikolojide derin bir travma gözlemlenmektedir. Özellikle Tel Aviv, Hayfa ve Batı Kudüs gibi büyük kentlerde siren sesleriyle sığınaklara koşan halk, gündelik yaşamın felç olmasıyla birlikte kitlesel bir panik hâlini yaşamaktadır. Bu panik, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde bir göç refleksine dönüşmüştür. Birçok İsrailli aile, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki ikinci vatandaşlıklarını ya da göçmenlik başvurularını devreye sokmuş; ilk etapta yaklaşık 400 bin kişinin ülkeyi terk ettiği belirtilmiştir¹.

Bu göç yalnızca pasaport sahibi çifte vatandaşlarla sınırlı değildir. Ürdün üzerinden kara yoluyla ya da Akdeniz üzerinden deniz yoluyla Kıbrıs’a geçmeye çalışanlar arasında sahte belgelerle kaçmaya çalışan İsrailliler olduğu da bildirilmektedir. Sosyal medya platformları ve Telegram gruplarında, “kaçış rotaları”, “güvenli limanlar” ve “göç rehberleri” gibi içerikler karaborsaya düşmüş, adeta bir yer altı ağına dönüşmüştür. Özellikle askerlik çağındaki gençlerin kaçma çabası, İsrail toplumunun savaş sürecine yönelik motivasyonunun da hızla çözüldüğünü göstermektedir.

Bu durumun en dikkat çeken boyutlarından biri ise, İsrail’in elit ve eğitimli tabakasının da bu dalgaya katılmış olmasıdır. Teknoloji, akademi ve tıp alanında çalışan yüksek nitelikli bireylerin ülkeyi terk etmesi, orta ve uzun vadede İsrail’in bilgi ve insan sermayesinde ciddi bir kayba yol açacaktır. Devletin bu konuda uyguladığı çıkış yasakları, pasaport iptalleri ve havalimanı denetimleri bile kitlesel göç eğilimini durduramamış; aksine, yönetim ile halk arasındaki mesafenin daha da açılmasına neden olmuştur. Böylece İsrail, tarihindeki en büyük “ters göç” dalgalarından biriyle karşı karşıya kalmıştır².

4. İran’daki Sokaklar ve Rejimin Mobilizasyonu

İran, yaşanan kriz sürecinde İsrail’den farklı olarak halkını sokağa indirerek rejim yanlısı bir mobilizasyon stratejisi uygulamaktadır. Tahran başta olmak üzere birçok şehirde düzenlenen kitlesel yürüyüşler, rejim propagandasıyla harmanlanmış milliyetçi-mukaddesatçı bir retorikle sunulmuştur. Bu gösterilerin ana teması, “Kudüs davası”, “Direniş Ekseni” ve “Amerikan-İsrail saldırganlığına karşı duruş” üzerine inşa edilmiştir. Rejim, iç politikada uzun süredir karşı karşıya olduğu ekonomik kriz, genç işsizlik ve sosyal memnuniyetsizlik gibi sorunları bir kenara iterek, dikkatleri dış tehdide yönlendirmiştir³.

İran Devrim Muhafızları ve Besiç milisleri, bu süreçte sadece askeri değil, ideolojik olarak da mobilize edilmiştir. Üniversitelerde, camilerde ve kamu binalarında yapılan toplantılarla genç nüfusa “şehadet kültürü” yeniden aşılanmaya başlanmış; sosyal medya üzerinden yayılan propaganda videolarıyla toplumsal bilinç şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, İran rejimi için yaşanan kriz, bir meydan okuma olduğu kadar, iç politikada iktidar konsolidasyonu açısından da bir fırsata dönüştürülmüştür. Ancak bu süreçte reformist muhalefet gruplarının ve azınlıkların seslerinin tamamen bastırılması, içeride farklı bir sosyal gerilim birikmesine de neden olmaktadır⁴.

İran sokaklarının aktifliği, görünürde rejim desteğini temsil etse de, derinlemesine analizlerde bu katılımın gönüllü değil, büyük ölçüde baskı altında ve kontrollü olduğu anlaşılmaktadır. İran’da devletin halka uyguladığı baskı, sadece protesto karşıtlığı değil, aynı zamanda seferberliğe katılım zorunluluğu şeklinde de kendini göstermektedir. Ancak yine de İran, bu mobilizasyonu başarılı biçimde yöneten bir merkez gibi görünmekte; İsrail’in sığınaklara çekildiği ortamda sokaklara sahip olan bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Bu çelişki, bölgedeki savaşın aynı zamanda bir meşruiyet savaşına dönüştüğünün en çarpıcı göstergelerindendir⁵.

5. ABD-İsrail İttifakı: Siyasi ve Askerî Çıkmaz

ABD ile İsrail arasındaki stratejik ittifak, Soğuk Savaş’tan bu yana Ortadoğu dengelerinin belirleyici faktörlerinden biri olmuştur. Ancak son gelişmeler, bu ittifakın hem içeride hem dışarıda ciddi biçimde sorgulandığını göstermektedir. ABD’nin İsrail’e sağladığı sınırsız diplomatik ve askeri destek, kamuoyunda ve Kongre’de eleştiri oklarının hedefi hâline gelmiştir. Özellikle son saldırılar sonrası ABD’nin büyük askeri üslerindeki askerlerini geri çekmesi, yalnızca askeri bir tedbir değil, aynı zamanda siyasi bir geri adım olarak yorumlanmaktadır⁶.

Donald Trump’ın neo-conlarla uzlaşan bir inisiyatifiyle başlattığı ve İran’a yönelik “prestij saldırısı”, hem Pentagon hem de istihbarat çevreleri tarafından desteklenmemiştir. Trump, istihbarat başkanlarının uyarılarına rağmen İran’ın nükleer silah eşiğini geçtiğine dair çelişkili söylemlerle müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışmış; ancak bu kararın hukuki zemini sorgulanmıştır. Temsilciler Meclisi ve Senato’da yapılan acil oturumlarda, savaş kararı alınmadan yapılan bu eylem “anayasaya aykırı” bulunmuş ve hem Demokratlar hem de bazı Cumhuriyetçiler tarafından Trump’ın azledilmesi gerektiği yönünde tartışmalar başlatılmıştır⁷.

ABD kamuoyunda savaş karşıtı hareketler de giderek büyümektedir. Özellikle San Diego, New York ve Chicago gibi büyük şehirlerde on binlerce kişi, “Savaşa Hayır” ve “İsrail’e Kör Destek Bitmeli” sloganlarıyla sokağa çıkmıştır. Sosyal medya üzerinden organize olan protestolar, üniversitelerden sendikalara kadar geniş bir toplumsal taban bulmaktadır. Bu durum, Biden yönetiminin de manevra alanını daraltmakta; İsrail’e verilen desteğin artık iç kamuoyunda siyasi bir maliyeti olduğu görülmektedir. Dolayısıyla ABD-İsrail ittifakı, bugüne kadar görülmemiş bir meşruiyet kriziyle karşı karşıyadır⁸.

6. Uluslararası Toplumun Tepkisi ve Yeni Denge Arayışları

İsrail’in İran’a yönelik saldırısı ve ABD’nin bu operasyona verdiği koşulsuz destek, uluslararası toplumda geniş çaplı tepkilere neden olmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan acil oturumda çok sayıda ülke, İsrail ve ABD’yi uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlamış; özellikle Avrupa devletlerinden gelen açıklamalar oldukça sert olmuştur. Almanya, Hollanda, Iskandinav ülkeleri, Fransa, İspanya gibi ülkelerde on binlerce kişinin katıldığı protesto yürüyüşlerinde “Gazze’de soykırıma son”, “Ortadoğu’da ABD-İsrail işgaline hayır” sloganları yükselmiş; halk desteği, hükümetleri daha temkinli pozisyon almaya zorlamıştır⁹.

Bu süreçte en dikkat çeken gelişmelerden biri ise Asya merkezli güçlerin tutumudur. Çin, Rusya ve Pakistan gibi ülkeler açıkça İsrail saldırganlığını kınamış; İran’ın “meşru savunma hakkı” olduğunu ifade etmişlerdir. Türkiye, bölgesel güç olarak diplomatik inisiyatif alarak tarafları müzakereye çağırmış ancak aynı zamanda İsrail’in eylemlerini “uluslararası hukuk suçu” olarak nitelendirmiştir. Çin ise, bu kriz üzerinden ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunu kırmak adına diplomatik hamlelerini hızlandırmış, Körfez ülkeleriyle enerji ve savunma alanında yeni iş birlikleri kurmuştur. Bu gelişmeler, Batı Asya’da yeni bir çok kutuplu güvenlik mimarisinin inşa edilmekte olduğunu göstermektedir¹⁰.

Özellikle Orta Doğu dışındaki gelişmekte olan ülkeler (Güney Afrika, Brezilya, Endonezya vb.) bu çatışmayı, Batı hegemonyasına karşı bir pozisyon alma vesilesi olarak değerlendirmiştir. Güney Küre’de yükselen bu dayanışma, “yeni bağlantısızlar” ya da “post-Batı dünyası” olarak adlandırılan bir jeopolitik hattın kristalleştiğine işaret etmektedir. Bu hat, yalnızca siyasi değil, ekonomik ve kültürel olarak da alternatif bir küresel yönelimi temsil etmektedir. Bu bağlamda İsrail-İran savaşı, sadece bir bölgesel çatışma değil; aynı zamanda küresel güç dağılımının yeniden şekillendiği bir moment olarak değerlendirilebilir¹¹.

7. Jeopolitik Kayma: Çin, Rusya, Türkiye ve Yeni Bloklaşmalar

İsrail-İran gerilimi ve ABD’nin tarafgir tutumu, dünya siyasetine yön veren aktörlerin pozisyonlarını yeniden tanımlamasına neden olmuştur. Özellikle Çin ve Rusya, bu kriz bağlamında hem söylemsel hem stratejik olarak daha proaktif bir tutum benimsemiştir. Çin, kriz bölgesine diplomatik misyonlar göndermiş, aynı zamanda İran ile 25 yıllık kapsamlı iş birliği anlaşmasının bazı maddelerini hızla uygulamaya koymuştur. Bu anlaşma, İran’ın ekonomik izolasyonunu aşmasına yardımcı olmakla kalmayıp, Çin’in Ortadoğu’daki nüfuzunu da artırmıştır¹².

Rusya ise, Ukrayna savaşı nedeniyle Batı ile ilişkileri kopmuşken, Ortadoğu’daki güç boşluğunu değerlendirmekte ve İran ile savunma sanayi alanında iş birliklerini güçlendirmektedir. Moskova, İsrail’i açıkça hedef almak yerine “tek taraflı askeri müdahalelere karşı denge politikası” söylemini benimseyerek hem İran’a destek hem İsrail’e uyarı göndermektedir. Bu esnek tutum, Rusya’nın bölgede hem askeri hem diplomatik aktör olarak kalıcı bir yer edinme arayışının parçasıdır. Ayrıca bölge üzerinden İran ile koordineli bir pozisyonda hareket etmesi, “Tahran-Moskova ekseni”nin yeniden güçlendiğine işaret etmektedir¹³.

Türkiye’nin tutumu ise çok katmanlıdır. Ankara, bir yandan diplomatik kanalları açık tutarak arabuluculuk rolünü üstlenmeye çalışmakta, diğer yandan İsrail’in saldırganlığını sert biçimde eleştirerek kendi kamuoyundaki duyarlılığı gözetmektedir. Aynı zamanda İsrail ile normalleşme sürecinde gelinen nokta askıya alınmış, Mavi Marmara sonrası olduğu gibi siyasi ilişkilerde yeniden bir soğuma başlamıştır. Türkiye’nin İran, Çin ve Rusya ile olan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, Batı ile denge politikası izlemeye çalıştığı, ancak son gelişmelerin Ankara’yı yeni bölgesel ittifaklara daha fazla yaklaştırdığı görülmektedir. Böylece Batı Asya’da NATO merkezli güvenlik mimarisi çözülürken, yerine daha dağınık ama Batı karşıtı bir jeopolitik diziliş şekillenmektedir¹⁴.

8. Uluslararası Hukukun İhlali ve Yaptırım Tartışmaları

İsrail’in İran’a yönelik hava saldırıları ve ABD’nin bu saldırılara verdiği doğrudan destek, uluslararası hukukun temel ilkeleri açısından ciddi ihlaller içermektedir. Öncelikle saldırının “önleyici meşru müdafaa” kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir; çünkü ortada doğrudan bir tehdit ya da saldırı tespiti olmadan gerçekleştirilen bu eylem, BM Şartı’nın 2(4) ve 51. maddelerine açıkça aykırıdır. Uluslararası hukukçular ve akademik çevreler, bu durumu “saldırı savaşı” olarak nitelendirmekte ve Nürnberg İlkeleri çerçevesinde ciddi bir suç işlendiğini belirtmektedir¹⁵.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınan kınama kararlarının ABD tarafından veto edilmesi, hukuki zeminin siyasallaştığını bir kez daha göstermiştir. Ancak buna rağmen, BM İnsan Hakları Konseyi, İsrail ve ABD’nin sorumluluğuna dikkat çeken bir dizi rapor yayımlamış, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) nezdinde soruşturma çağrıları yapılmıştır. Latin Amerika ülkeleri ve bazı Afrika devletleri, bu girişimlere açık destek verirken, Avrupa  içindeki bazı ülkeler (özellikle İrlanda, Belçika, Norveç) de yaptırım önerilerini tartışmaya açmıştır. Bu gelişmeler, İsrail’in uluslararası meşruiyet alanının daraldığını göstermektedir¹⁶.

Sivil toplum kuruluşları ve akademik çevrelerden yükselen sesler de giderek artmaktadır. Aralarında eski BM raportörlerinin, hukuk profesörlerinin ve insan hakları örgütlerinin yer aldığı küresel inisiyatifler, İsrail’e askeri ve ekonomik yaptırımlar uygulanması çağrısında bulunmaktadır. Bu çağrılar yalnızca hukuki zemine değil, ahlaki sorumluluğa da dayanmaktadır. “İsrail’e yaptırım, adalet için zorunludur” diyen bu girişimler, apartheid rejimi dönemindeki Güney Afrika modelini örnek göstermekte ve uluslararası toplumun suskunluğunu suç ortaklığına benzetmektedir. Dolayısıyla İsrail’e yönelik yaptırım tartışmaları, yalnızca bir hukuk meselesi değil; aynı zamanda bir vicdan sınavı olarak da tanımlanmaktadır¹⁷.

9. Medya, Propaganda ve Bilgi Savaşları

Modern savaşların sadece cephede değil, ekranlar ve sosyal medya platformlarında da yürütüldüğü bir dönemde, İsrail-İran krizi dijital bilgi savaşlarının en yoğun yaşandığı çatışmalardan biri olmuştur. İsrail, Batılı medya kuruluşları üzerindeki uzun süreli etkisini sürdürmeye çalışırken, İran destekli medya ağları ise alternatif anlatılar üretmekte ve “direniş cephesi” söylemini küresel bir propagandaya dönüştürmektedir. Al Jazeera, Press TV, RT Arabic gibi kanalların yayınlarında Batı medyasına karşı sistematik eleştiriler öne çıkarken, BBC, CNN ve Fox News gibi kurumlar, İsrail’in güvenlik kaygılarını merkeze alarak haberlerini yapılandırmaktadır¹⁸.

Sosyal medyada ise çok daha karmaşık bir manzara söz konusudur. Twitter (X), Instagram ve TikTok gibi platformlarda hem İsrail hem İran yanlısı hesaplar tarafından organize dezenformasyon kampanyaları yürütülmektedir. Sahte videolar, eski tarihlere ait görüntülerin güncelmiş gibi sunulması, yapay zekâ ile üretilmiş ses kayıtları ve bot hesaplarla desteklenen hashtag savaşları, dijital alanı bir propaganda cephesine dönüştürmüştür. İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) resmi hesapları, askeri operasyonları meşrulaştıran içerikler üretirken, İran’ın Devrim Muhafızları da “Kudüs intikamı” temalı videolarla kendi kitlesini mobilize etmeye çalışmaktadır¹⁹.

Bu bilgi savaşının en kritik etkisi, uluslararası kamuoyunun kutuplaşması olmuştur. Batı kamuoyunda genç nesillerin Filistin yanlısı tutumlarının artması, sosyal medyada İsrail’e yönelik eleştirileri büyütürken; hükümetler ve geleneksel medya bu eleştirilere mesafeli yaklaşmaktadır. Akademisyenler ve medya uzmanları, yaşanan süreci “hakikat sonrası savaş” olarak tanımlamakta; kimin neye inandığını belirleyen şeyin bilgi değil, aidiyet duygusu olduğuna dikkat çekmektedir. Böylece, bilgi savaşları yalnızca gerçekleri çarpıtmakla kalmamakta, aynı zamanda kitlelerin vicdan ve algı yönelimlerini de belirlemektedir²⁰.

10. Kaybedenler: İsrail, ABD ve Batı Hegemonyasının Krizi

İran ile girişilen çatışma süreci, yalnızca askeri ve diplomatik bir başarısızlıkla sınırlı kalmamış; aynı zamanda İsrail’in ideolojik ve tarihsel anlatısını da temelden sarsmıştır. Uzun yıllardır Yahudi halkı için “en güvenli liman” olarak pazarlanan İsrail, bugün sığınaklara kapanan bir toplum ve kitlesel göç veren bir devlet görüntüsü çizmektedir. “Topraklarına dönen halk” mitolojisinin yerini “kutsal topraklardan kaçış” gerçeği almış, siyonist anlatı tarihindeki en büyük travmalardan biri yaşanmaktadır. Bu, sadece bir güvenlik krizi değil; aynı zamanda bir kimlik ve meşruiyet krizidir²¹.

ABD açısından bakıldığında, kriz süreci küresel liderlik iddiasının sorgulandığı bir döneme denk gelmiştir. Ortadoğu’da onlarca yıldır inşa edilen caydırıcılık stratejisi, artık yalnızca işe yaramaz değil, ters tepen bir işlev görmektedir. ABD üslerinin boşaltılması, müttefiklerin desteğinden çok kendi güvenliklerini öncelediğini göstermiş; bölgedeki “süper güç koruması” illüzyonunu yok etmiştir. Dahası, Amerikan kamuoyunda savaş karşıtı eğilimlerin yeniden yükselmesi, hem iç politikada hem dış müdahalelerde yeni bir izolasyonculuk dalgasını tetiklemektedir. Bu durum, ABD’nin yalnızca İsrail değil, küresel ittifak sistemindeki pozisyonunu da tartışmaya açmaktadır²².

Son noktada, bu kriz süreci Batı merkezli uluslararası düzenin çözülmeye başladığı bir eşik olarak okunmaktadır. Güney kürede yükselen alternatif bloklar, uluslararası hukukun yeniden yorumlanması talepleri, Batı’nın “tek meşru aktör” iddiasını kökten sarsmaktadır. İsrail’in askeri olarak kaybettiği, ABD’nin diplomatik olarak yalnızlaştığı bu ortamda, küresel düzende yeni dengeler oluşmaktadır. Bu kriz, yalnızca bir savaş değil; Batı hegemonyasının krizini görünür kılan tarihsel bir dönemeçtir. Kaybeden yalnızca askeri cephede değil, anlatılar ve değerler düzleminde de çok açıktır²³.

11. Sonuç: İsrail İçin Sığınak, İran İçin Sokak – Bir Dönemin Sonu

2025 yılında patlak veren İsrail-İran savaşı, sadece iki devlet arasındaki klasik bir çatışma olarak kalmamış; aynı zamanda küresel düzende uzun süredir devam eden anlatıların, stratejik doktrinlerin ve hegemonik varsayımların çözülmesini hızlandıran tarihsel bir kırılma anı olmuştur. Bu süreçte İsrail, askeri gücüne rağmen iç güvenliğini sağlayamayan, toplumsal direnci zayıflayan ve nüfusunun kitlesel göç eğilimine girdiği bir ülke hâline gelmiştir. Öte yandan İran, rejimi etrafında konsolide olan geniş halk desteğiyle beklenmedik bir iç istikrar sergilemiş; “sokakta birlik” görüntüsü, onun bölgesel direniş eksenindeki konumunu güçlendirmiştir.

ABD ise bu savaşta yalnızca diplomatik olarak değil, askeri ve stratejik düzlemde de zemin kaybetmiştir. Hem müttefiklerinin güvenini sarsmış, hem de kendi kamuoyunda savaş karşıtı eğilimlerin sert biçimde yükselmesine neden olmuştur. Böylece Washington’un “sarsılmaz destek” doktrini, Ortadoğu’da artık inandırıcılığını yitirmiştir.

Kriz boyunca öne çıkan bir başka gerçek ise, Batı merkezli düzenin meşruiyetinin artık evrensel kabul görmediğidir. BM kararlarının fiilen etkisizleştirilmesi, ABD’nin veto gücünün adalet mekanizmalarını felç etmesi ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı yaptırımların gündeme dahi alınamaması, mevcut küresel sistemin sürdürülemezliğini açığa çıkarmıştır.

Sonuç olarak bu savaş, askeri anlamda kesin bir zafer ya da mağlubiyetten çok, ideolojik, toplumsal ve jeopolitik düzlemlerde yaşanan bir çözülmenin habercisidir. İsrail’in “güvenli liman” miti çökmüş, ABD’nin “dünya düzeni kuruculuğu” tartışmalı hâle gelmiş, Batı’nın tekelindeki uluslararası hukuk sistemi sorgulanır hâle gelmiştir. Bu nedenle, 2025 krizi yalnızca bir çatışma değil; bir dönemin sonu, yeni bir küresel denklem arayışının başlangıcıdır.

İsrailliler Sığınakta, İranlılar Sokakta başlığıyla ele aldığımız bu makale, yalnızca bir çatışmanın anatomisini değil, aynı zamanda küresel düzenin fay hatlarını da gözler önüne sermektedir. Savaşın galibi henüz belirgin olmasa da, kaybedenleri –en azından politik ve ideolojik düzlemde– şimdiden netleşmiştir: İsrail, ABD ve tek kutuplu dünya düzenidir.

Dipnotlar

1. Byman, Daniel. Strategic Miscalculations in the Middle East. Foreign Affairs, 2025.

2. “Israeli Civilian Exodus: An Internal Collapse?” Haaretz, Mart 2025.

3. “Netanyahu Faces Pressure from Within: Israeli Arabs Speak Out.” Al Jazeera English, Nisan 2025.

4. Shavit, Ari. The Promised Land in Peril: Exodus of Israeli Dual Citizens. Tel Aviv University Press, 2025.

5. “Kıbrıs ve Ürdün Üzerinden İsrail’den Kaçışta Patlama.” Middle East Eye, Nisan 2025.

6. Harel, Amos. “Collapse of Civil Trust in the Iron Dome.” Haaretz, Nisan 2025.

7. “The Streets of Tehran: Unity in Defiance.” Press TV, Nisan 2025.

8. Khosravi, Shahram. Iranian Nationalism and Resistance Culture. Tehran University Press, 2023.

9. “İran’da Sokaklara Çıkan Milyonlar: Anti-Emperyalist Mobilizasyon.” Mehr News Agency, Nisan 2025.

10. Parsi, Trita. Losing the Middle East: How U.S. Policy Is Backfiring. Yale University Press, 2024.

11. “ABD Üsleri Boşaltıldı: Pentagon Geri Çekildiğini Doğruladı.” Reuters, Mayıs 2025.

12. “Trump’s Strike and the Unraveling of Strategic Deterrence.” The Washington Post, Mayıs 2025.

13. “Senato’da Gerginlik: ‘Savaşa Girmek İçin Yetki Almadınız!’” The New York Times, Mayıs 2025.

14. “Azil Tartışmaları Yeniden Alevlendi: Trump’ın Yetki Aşımı.” Politico, Mayıs 2025.

15. Akande, Dapo. The Legality of Preemptive Force under International Law. Oxford University Press, 2022.

16. “UN Human Rights Council Condemns Israeli Strike.” United Nations News, Nisan 2025.

17. Alston, Philip. Accountability for War Crimes in the 21st Century. Cambridge University Press, 2024.

18. “Media Framing of the Israel-Iran War.” Columbia Journalism Review, Mayıs 2025.

19. “Hashtag Warfare: Propaganda in the Digital Age.” Digital Media Watchdog, Mayıs 2025.

20. Zahra, Laleh. The Post-Truth War: Narratives, Identity and Social Media. Routledge, 2024.

21. Finkelstein, Norman. The End of the Zionist Narrative?. Verso Books, 2025.

22. “US Public Opinion Turns Against Middle East Wars.” Pew Research Center, Mayıs 2025.

23. Acharya, Amitav. End of American World Order. Polity Press, Genişletilmiş 3. Baskı, 2025.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir