Niels Hav ile Kelimeler, Kültür ve Türkiye ile Bağlantılar Üzerine Bir Röportaj
Danimarka’daki hikâyemin bana kazandırdığı en kıymetli isimlerden biri: Niels Hav. Harika bir şair, aynı zamanda derin bir tevazuya sahip biri. Onunla yollarımızın kesişmesini hâlâ büyüleyici buluyorum.
Yirmili yaşlarımda, kafamda dönüp duran “Hayatta şimdi ne yapacağım?” temalı milyonlarca sorunun peşinden koşarken—ve bu uğurda hayatın küçük ama kıymetli anlarını kaçırırken—Niels Hav’ın şiirlerinde bu anlara tutunan, onları yücelten bir bakışla karşılaştım. O anlarda saklı duran mutlulukları, gündelik hayatın içinden şiirle çekip çıkaran yaklaşımı beni çok etkiledi.
Frederiksberg Kütüphanesi’nde oturmuş, Kopenhag Kadınları’nın Türkçeye çevrilmiş hâlini büyük bir keyifle okurken, Niels Hav çoktan hayatıma dokunan isimlerden biri olmuştu. Onunla bir röportaj yapma fırsatını yakalamak ise benim için sürpriz hediyeydi.
Bu yazımda, sizlerle Niels Hav ile gerçekleştirdiğim bu özel söyleşiyi paylaşacağım.
Sıla As (SA): Şiir kitabınız Aniden Gelen Mutluluk kısa süre önce Türkiye’de yayımlandı. Şiirlerinizin başka bir kültürde ve dilde yeniden hayat bulması sizin için ne ifade ediyor?
Niels Hav (NH): Teşekkür ederim. Çevrilmek, yeni bir sevgili edinmek ve yeni bir ailenin parçası olmak gibidir. Şiirler yaşıyor; başka dilsel kalıplarla harmanlanıyor, yeni bir kültürel bağlama dahil oluyor. Bu sürecin parçası olmak ilham verici, kitapların yolculuk ediyor olmasıysa ayrı bir sevinç kaynağı. Ben de elimden geldiğince şiirlere destek olmaya çalışıyorum; bu, benim görevim. Bu, Türkçeye çevrilen ikinci kitabım. İlki Kopenhag Kadınları adını taşıyordu.
SA: Türkiye ve çevirmen Hüseyin Duygu ile nasıl tanıştınız? Bu tesadüfi bir karşılaşma mıydı, yoksa daha uzun soluklu bir ilişkinin sonucu mu?
NH: Hüseyin Duygu, Türkiye ve Danimarka arasında kültürel alışverişin kilit isimlerinden biridir. Danimarka’ya genç yaşta geldi; bugün ise artık bir duayen. Her iki dili de kusursuz konuşur. Pek çok Danimarkalı şairi Türkçeye, Türk şairleri de Danca’ya çevirmiştir. Hüseyin’le birlikte Kopenhag’da Danimarka-Türkiye şiir akşamları düzenledik; Türk şairleri davet ederek Danimarkalı okurlarla buluşturduk. Yıllar içinde iki ülke arasında güçlü bağlar kuruldu. İstanbul Kitap Fuarı ve diğer edebi etkinliklere katıldım; Türkiye’deki şairlerle buluşmak her zaman büyük bir mutluluk.

SA: Çiftçi bir ailede ve asimile olmuş Roman kökenli bir çevrede büyüdünüz. Bu geçmişin şiirlerinize etkisi nasıl oldu?
NH: Evet, başkentten oldukça uzakta, batı kıyısında doğdum. Babam hem çiftçiydi hem de mezar kazıcısı; kilise ve mezarlığın bakımını üstlenirdi. Annem sürekli hamileydi; on çocuk doğurdu, yarısı hayata tutunamadı. Adeta zamanın durduğu bir yerde büyüdüm; Jutland’ın bozkırlarında insanlar bin yıldır böyle yaşıyor. Romanlar göçebeydi; yerel halkla kaynaşıp genetik olarak da karıştılar. Babam her enstrümanı çalabilirdi; müzik ve şarkı kültürümüzde çok önemliydi. Dini değerlere sahip, yoğun duygulara sahip insanlardı. Toprakla ve hayvanlarla çalışmanın verdiği deneyim çok belirleyici oldu. Kitaplarımda mutlaka anne ve babama dair şiirler bulunur.
4. SA: Genç yaşta denizlere açıldınız ve ardından teoloji eğitimi aldınız. Özlem ve inanç gibi temaların bugün hâlâ şiirlerinizde yer aldığını düşünüyor musunuz?
NH: Büyük hayaller küçük yerlerde yeşerir. Dünyayı gezmek ve yazar olmak gibi hayaller kuruyordum. Ama denizci olarak tam bir başarısızlıktım; 16 yaşımda bir ilkbaharı Oslo’da evsiz olarak geçirdim.
İnanç ve kutsala duyulan saygı, çocukluğumdan kalan değerler. Annem bize ilahiler ve Rab’bin Duasını öğretirdi. Gökyüzüne bakar ve yıldızları izleriz; evren sonsuz ve merkezsizdir. Gezegenler ve Samanyolu, kozmosun köpüğüdür sadece. Küçücük beynimiz bu evreni anlamaktan aciz. Eski dinler ve klasik filozoflar bu gizemleri anlamaya çalıştı. Din, yer sallandığında tutunabileceğimiz bir korkuluktur.

SA: Modern Türk şiirini takip ediyor musunuz? Hayran olduğunuz ya da kendinizi yakın hissettiğiniz Türk şairler var mı?
NH: Klasik Türk şiiri çok zengin bir geleneğe sahip. Modern şairler arasında Nâzım Hikmet ve Oktay Rifat dünya edebiyatına aittir. Kemal Özer’in benim için özel bir yeri var. İlk şiirlerimi Türkçeye çevirenlerdendi. Bizi Kopenhag’da ziyaret etti, biz de onu İstanbul’da. 2009’da ani bir şekilde hayatını kaybetti. Onu özlüyorum; o benim Türk babamdı.
Ahmet Telli önemli bir şair; bu yılın ocak ayında Kopenhag’a tekrar geldi. Okuyucular onu çok seviyor. Dayanışma ve toplumsallık konularında çok net duruşu var.
Ataol Behramoğlu da çok değerli bir şair ve harika bir insan. Onun şiirleri sevgi, mizah ve temel insani değerlerle dolu.

6. SA: “Mutluluk” sizin için ne ifade ediyor – hem bir insan hem de bir şair olarak?
NH: Evet, mutluluk çok kıymetli bir kelime. Hayat boyunca ip üstünde yürüyen cambazlar gibiyiz; mutluluk ve mutsuzluk ikiz kardeşler. Mutluluk abone olunabilecek bir şey değil, sadece rastlanabilir: Beklenmedik bir gülümseme, bir öpücük, bir aşk gibi. Ya da bir şiirdeki birkaç parlayan kelime.
İnsani mutluluk birkaç notadan oluşan bir şarkıdır. Yalnızlık temel bir koşul. Mutluluk, bir özlem ve hayal olarak var olur. Müzikte ve şarkılarda akar. Türkiye’de bunun çok güçlü bir geleneği var. Herkes ne olduğunu bilir: Mutluluk hayali basit öğelerden oluşur – sevgi, aile, dostluk. Belki de kelimelerin tükendiği yerde bir dokunuş.
SA: Şiirlerinizde sıkça küçük, sıradan gibi görünen ama duygusal derinliği olan anlar var. Neden daha çok bu küçük şeylere odaklanıyorsunuz?
NH: Çok güzel bir soru. Aslında kelimeler sihirlidir, biz dilsel varlıklarız. Inger Christensen’in ölümünden sonra yayımlanan şiir ve notlarında bir ifade geçer: “Sanki zihnim biraz ot gibiydi, ona bir şey anlatıldı.”
Birçoğumuzun kalbinin en derin odasında sakladığı birkaç değerli kelime vardır. Kelimeler, sessizliğe komşudur; tıpkı müzikteki notaların sessizliğe komşu olması gibi. Bir şey söylemeden önce dinlemeyi öğrenmemiz gerekir. Ben de bir şey yazmadan önce susmayı öğrenmeliyim; yoksa şiir sadece bir gevezelik olur.
SA: Danimarkalı okuyucu için yazmak ile Türk okurlar tarafından okunmak arasında bir fark görüyor musunuz? Bu, şiiriniz üzerinde bir etki yaratıyor mu?
NH: İstanbul, Avrupa’nın gizli başkentidir. Bin yıldır kültürel akımlar, ticaret ve siyasi anlaşmaların buluşma noktası. Danimarka’da şiirler okuyucuyla mahrem bir sohbet içindedir. Türkiye’de ise taptaze gözlerle okunuyor. Scala Yayıncılık – aynı zamanda açık bir kitabevi (Scala Kitapçı) – İstanbul’un kalbinde, İstiklal Caddesi’nin hemen yanında yer alıyor. Canan ve Hakan Feyyat, otuz yılı aşkın süredir yayınevi ve kitabevini yürütüyorlar; artık bu yer bir kurum haline geldi. Kitabın burada yayımlanmasından büyük mutluluk duyuyorum.
SA: Eğer bir Danimarkalı ve bir Türk okuru alıp Nørrebro’da bir yürüyüşe çıkarsanız, onlara nereleri gösterirdiniz ve neden?
NH: Misafirlerimi Nørrebro İstasyonu’ndaki yüksek viyadükte karşılarım; burada genç ve enerjik bir atmosfer var.
Nørrebro’daki birçok ailenin kökleri Ortadoğu, Pakistan, Türkiye ya da Danimarka taşrasına dayanır. Kalabalığın içinde Nørrebrogade boyunca yürürüz; belki Kösem’de kebap yeriz.
Runddelen’de Assistens Mezarlığı’na geçeriz; burası mahallenin parkı ve yeşil kalbidir. Burada sanatçılar, yazarlar, besteciler gömülüdür. Dan Turèll’in mezarında dururuz; taşının önünde her zaman bir kalem ormanı vardır. O, Kopenhag’ın en sevilen şairlerinden biri ve eşsiz bir flanördü.
Sonra Søren Kierkegaard’ın mezarında durur, varoluşun gizemleri üzerine düşünürüz. Bir insan hayatıyla ne yapmalı?
Yürüyüşümüz Dronning Louises Köprüsü’nde sona erer – Nørrebro’da yaşıyorsanız, dünya burasıdır. Yaya ve bisikletliler yanımızdan geçerken oturup sohbet ederiz, hayatta olduğumuz için mutlu bir şekilde.