Akademide Nepotizm ve sadakat rejimi

Üniversite, düşüncenin evi olmalıydı. Eleştirinin, özgürlüğün, araştırmanın kutsal mekânı. Fakat
bugün ne görüyoruz? Sorgulayan değil, susan; üreten değil, itaat eden; düşünen değil, direktif
bekleyen akademisyen profilleri.
Bilgi üretiminin yerine ilişki yönetimi; makale yazımının yerine
protokol listeleri; laboratuvarların yerine açılış törenleri konulmuş durumda.


Bir zamanlar üniversiteler yalnızca bilgi üretilen mekânlar değildi. Düşüncenin, eleştirinin,
tartışmanın; uykusuz gecelerin, hayal kırıklıklarının ve hakikat arayışlarının yuvasıydı. Kitapların
arasında büyüyen, düşünceyle yoğrulan, fikriyle var olan insanların meskeni idi o yerler. Akademik
unvan, yalnızca bir mertebe değil; zihinsel olgunluk, ahlaki duruş ve entelektüel birikimin
simgesiydi. Bugün elimizdeki tabloya baktığımızda, bu manzaranın nasıl bir sessizliğe
dönüştüğünü görüyoruz
. Bilgi taşımayanların oturduğu makamlar, o bilginin ağırlığı altında ezilir.
Torpilin hüküm sürdüğü bir düzende erdem artık yalnızca kitaplarda kalır. Bilgi, içeriği boşaltılmış
bir süs eşyasına; düşünce ise yalnızca iktidarın hoşuna giden cümleleri tekrar eden bir yankıya
dönüşür. Erdemin yerine geçen sadakat, hakikatin değil, otoritenin kapısını aralar. Böylece liyakat
yalnızca kişisel bir ideal değil, toplumsal bir yük haline geldiğinden taşınamaz, korunamaz,
savunulamaz olur.


Üniversite, düşüncenin evi olmalıydı. Eleştirinin, özgürlüğün, araştırmanın kutsal mekânı. Fakat
bugün ne görüyoruz? Sorgulayan değil, susan; üreten değil, itaat eden; düşünen değil, direktif
bekleyen akademisyen profilleri. Bilgi üretiminin yerine ilişki yönetimi; makale yazımının yerine
protokol listeleri; laboratuvarların yerine açılış törenleri konulmuş durumda.
Sadakat rejimi, aklın değil bağlılığın hüküm sürdüğü bir yapıdır. Bu rejimde makbul akademisyen,
en az düşünen; en çok biat eden kişidir. Çünkü bilgi, kontrol edilemediğinde tehdit olarak algılanır.
O yüzden sadakat rejimi bilgeliğe değil itaate muhtaçtır.
Bu yalnızca üniversitelerin değil, toplumun da düşüşüdür. Eğitim kurumları geleceği inşa eder. Bir
toplumun üniversiteleri neyse, yarının insanı da odur. Eğer üniversiteler torpille yönetiliyorsa adalet
bakanlıkta aranmaz; eğer erdem rafa kalkmışsa etik sadece ders adı olarak kalır. Akademik dünya
ne kadar susarsa sokak o kadar gürültülü olur. Çünkü düşüncenin olmadığı yerde bağıran kazanır.
Rektörlerin Akademik Karnesi: Sessizlikle Dolu Bir Liste


Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir çalışmada Türkiye’deki üniversite rektörlerinin akademik
geçmişi, uzmanlık alanları ve H-indeksleri sıralandı. H-indeksi, bilimsel üretkenliğin ve atıf almanın
ölçütü olan önemli bir göstergedir. Gerçekten tablo düşündürücü. Bazı rektörlerin H-indeksi “0”,
yani hiç atıf almamış. Kimileri 2 ya da 3, yani sınırlı sayıda çalışması var ya da etkisiz.
Bu isimler
mühendislikten ilahiyata, turizmden veterinerliğe kadar çeşitli alanlardan geliyor. Alanların çeşitliliği
sorun değil. Asıl sorun şu: Bu insanlar kendi alanlarında gerçekten bilimsel iz bırakmış mı?
Bu tablo bize şunları söylüyor: Akademik dünyada yöneticilik koltuklarına oturmak için artık bilimsel
birikim değil, başka ölçütler belirleyici hale gelmiş görünüyor. Liyakat geri plana itilmiş, sadakat ön
plana çıkarılmışsa bu yalnızca bireysel bir sorun değil, sistemsel bir çöküştür. Üniversitelerin asli
görevi olan bilgi üretimi yerini yönetimsel manevralara, politik denge hesaplarına bırakmış olabilir
mi? Bu tablo, susanların, uyum sağlayanların, sorgulamayanların yükseltildiğini; düşünenin ve
üretenin ise kenara itildiğini düşündürüyor. Bilimin ve düşüncenin değersizleştirildiği bir ortamda
genç kuşaklara nasıl bir örnek sunuluyor? Akademik unvanlar artık erdemin değil, ilişkilerin sonucu
haline gelirse üniversite dediğimiz kurumlar neyi temsil ediyor? İşte bu tablo, tüm bu soruları acı bir
şekilde önümüze koyuyor.

Bir rektör sadece bir yönetici değil; aynı zamanda üniversitenin vicdanı, fikri önderidir. Bu makam
liyakatle ve entelektüel duruşla taşınır. Ancak rektörlük giderek bir “sadakat belgesi” gibi dağıtılıyor.
Üniversiteler bilgi değil, itaat üretmeye başladı. Akademisyenler makale değil, maruzat dilekçesi
yazıyor. Sorgulayan değil, uygun düşünen makbul sayılıyor. Rektörlük koltuğu bilginin değil,
yakınlığın ödülü haline geldi. Almanya, Hollanda, İsveç gibi İskandinav ülkelerinde de rektörlük için
yalnızca profesör olmak yetmez. Akademik üretkenlik, uluslararası tanınırlık ve bilimsel etik birlikte
değerlendirilir. Adaylar bağımsız jürilerce incelenir. H-indeksleri 30’un üzerinde olan bilim insanları
rektör olur. Çünkü amaç kurumun vicdanını bulmaktır. Müslüman ülkelerini incelediğimizde
durumun pek de iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz.
Kim kimi tanıyor, kim kimin referansıyla geldi? Bu yalnızca bazı rektörlerin karnesi değil; bir
zihniyetin, bir ülkenin entelektüel iflas belgesi. Kapılarda “Düşünmeyin, uygun düşünün” yazmıyor
belki; ama bu mesaj artık her genç akademisyenin zihnine kazınmış durumda. Düşünen,
sorgulayan gençler yalnız bırakılıyor. Akademik üretim değil, politik uygunluk esas alınıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir