Kopenhag, 6 Ağustos
İnsan, kendisini doğadaki en zeki, en bilinçli, en üstün varlık olarak tanımlar. Gökleri delen binalar yapar, yıldızlara uydu gönderir, kuantum fiziğiyle evreni anlamaya çalışır. Diğer canlıları “alt tür” ilan eder, hayvanlara zeka testleri yapar ve onları boyun eğdirdikçe kendini “ilerlemiş” sayar. Oysa tüm bu ilerleme iddialarına rağmen, insanın ruhu hâlâ ilkel çığlıklar atmakta, varlığının anlamını çöp kutularında unuttuğu fast food ambalajlarıyla birlikte kaybetmektedir.
Hayvanlar ormanda yaşar; insan, beton ormanda. Bir kurt, karla kaplı dağlarda avına saygı göstererek yaşarken; insan, trafik ışığında sinirle kornaya basar, sonra Instagram’da meditasyon fotoğrafı paylaşır. Hayvan avını ihtiyaç kadar yer, insan ise tokken bile tüketir. Sonra da “mindful” olmak için kurslara yazar. Sahi, mindfulness nedir bilmez bir geyik, sadece anda yaşar. İnsansa “anda kalmak” için bile seminerlere, koçlara, uygulamalara muhtaçtır.
Bir kuş, ötüşüyle iletişim kurar; insansa yüz binlerce kelimeyle konuşur ama çoğu zaman hiçbir şey söylemez. Hayvanlar yalan söylemez, çünkü sahtekârlık hayatta kalmaya değil, sosyal maskelere hizmet eder. İnsan ise gerçeği gizleyebilen tek türdür ve bu yetisini genellikle reklam panolarında, biyografi metinlerinde ve LinkedIn profillerinde kullanır. Yani aslında çoktan bir tür “optik illüzyon”a dönüşmüştür: Gözü var, görmez; dili var, hakikati söylemez.
Hayvanlar öleceğini bilmez. Bu nedenle ölümden korkmazlar. İnsan ise mezar taşı için en havalı alıntıyı seçmeye çalışırken yaşamayı unutur. Ölümlü olduğunu bilip de sonsuzmuş gibi davranan tek türdür insan. Üstelik bu bilgi onu bilgeleştirmez; aksine, ölümden korkusunu bastırmak için ölümsüzlük fantezileriyle sosyal medya algoritmalarına sığınır. Dijital ayak izlerini ölümsüzleştirmek için hâlâ hayattayken mezar taşına QR kod koyacak noktaya gelmiştir. Çünkü unutulmak, dijital çağın cehennemidir.
Hayvanlar topluluk içinde yaşar ama benliklerini kaybetmez. İnsan ise “birey” olduğunu ilan ederken kendine has hiçbir düşünce taşımaz. Herkes gibi giyinir, herkes gibi düşünür, herkes gibi konuşur. Sonra “kendim olmalıyım” diye terapiste gider. Bir kaplumbağa kabuğuyla var olur; insan ise sürekli yeni bir kabuk peşindedir: estetikle, filtreyle, marka kıyafetlerle “ben”i yeniden inşa eder. Bu “benlik” tüketimin yeni ürünü, narsizmin yeni sürümüdür.
Bazı türler yuvalarını tekrar tekrar inşa eder, sabırla, doğayla uyumlu şekilde. İnsan ise doğayı yıkar, sonra “sürdürülebilir yaşam festivali” düzenler. Oysa ne yaşaması sürdürülebilir, ne de düşüncesi. Doğayla ilişkisinde bile gösteriş arar. Hayvanlar iz bırakmadan yaşar; insan ise bastığı her yere plastikten, betondan, asfalttan bir “ben buradaydım” çığlığı bırakır.
Hayvanlar oyun oynar, eğlenir, sosyalleşir ama kimseye kendini ispat etmeye çalışmaz. İnsan, eğlenmek için gösteri üretir; sosyalleşmek için maskeler takar; oyun oynamak için bile “oyun performansı”nı başkalarına sunar. Hatta artık çocuklar bile oyunlarını kaydedip YouTube’a yüklüyor. Çünkü ne yaşadığı, ne düşündüğü, ne oynadığı, kendisi içindir. Her şey bir seyirlik haline gelmiştir.
Hayvanlar aşık olabilir mi? Belki evet. Ama asla sevgilisini sevgilisinden kıskanacak kadar pasif-agresif değildir. Bir serçenin eşini sosyal medya stalk’ladığı, onu başka ağaçtaki serçeyle kıyasladığı görülmemiştir. Oysa insan, sevgisini bile performansa çevirir. Aşkı aşk için değil, like için yaşar.
İnsanın gurur duyduğu şeylerin çoğu, aslında onun doğadan ne kadar koptuğunun kanıtıdır. Düşünme yetisi vardır ama düşünmeyi, sadece kendi lehine manipülasyon aracı olarak kullanır. Bilgi biriktirir ama bilgelik geliştirmez. Konuşur ama dinlemez. Özgürlük ister ama alışkanlıklarının kölesidir.
Hayvanlar zincirle bağlanınca kaçar; insan, zincirini markalaştırır. “Kariyer hedefi”, “kişisel marka”, “algı yönetimi” gibi terimlerle boynundaki tasmayı süsler.
Belki de Nietzsche’nin dediği gibi, insan “henüz aşılmış bir şey”dir. Evrimin tamamlanmamış notası. Bir maymundan daha akıllı ama bir orman kadar doğal değil. Sartre’a göre insan özgürdür ama özgür olmaya mahkumdur. Ne istediğini bilir ama çoğu zaman istemeyi unutmuştur. Hayvanlar sadece yaşar; insan, neden yaşadığını düşünmekten yaşamayı kaçırır.
İroni şudur: İnsan, kendisini hayvandan üstün gördükçe hayvanlaşmaktadır. Ama hayvan gibi saf, dürüst, kendine sadık değil; doğasından sapmış, yapay, kaotik bir tür olarak. Belki de artık mesele şu değil: “Hayvanlarda olmayan ne var bizde?” Belki asıl soru şu: “Bizde olup da hayvanlar gibi yaşamamıza engel olan ne var?”
İşte tam burada felsefe başlar: Kendini bilen tek tür, neden en çok kendine yabancıdır?
Çünkü insan; aklıyla övündü, ruhunu unuttu. Karmaşıklığın içinde sadeliği kaybetti. Zekânın arkasına saklanarak masumiyetini yitirdi. Oysa belki de kurtuluş; akıldan geçmez. Belki de cennete, o çok konuşulan “üst bilinçle” değil, bir hayvanın sade bilinciyle gidilir. Ne hesapla, ne çıkarla, ne kimliklerle. Sadece var olarak, olduğu gibi, doğanın ritmine teslim olarak.
Belki de bu yüzden çocuklar, deliler ve hayvanlar ayrı bir yerde durur. Çünkü onlar kendileri gibi yaşarlar. Kurgusuz, filtresiz, maskesiz. Bir çocuk gibi koşan, bir deli gibi gülen, bir hayvan gibi sezgisel yaşayan insan, belki de en hakiki olan insandır. Geriye kalanlar; sadece iyi giydirilmiş yanılgılardır.
Belki de cennetin kapıları, tam da o yanılgılardan sıyrıldığında açılır. İnsan, hayvan gibi bilince kavuştuğunda; yargılamadan, hesap yapmadan, sadece varlık halinde olduğunda. Cennet, belki de doğanın ta kendisidir; ve oraya akılla değil, saflıkla varılır.