Evlilik kavramı insanlık tarihinin en kadim kurumlarından biri olarak mağara duvarlarına kazınan ilk
figürlerden günümüz şehirlerinde sade nikâh salonlarına kadar uzanan uzun ve dönüşümlü bir
yolculuğa sahip
Başlangıçta hayatta kalmak için oluşturulan ilkel ittifaklar, zamanla tarım
toplumlarının mülkiyet ve soy devamlılığı üzerine kurulu evlilik anlayışına evrildi. Modern devletler
devreye girdiğinde evlilik artık yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda yasal bir sözleşme haline
geldi. Ancak bugünün birey merkezli dünyasında evlilik yeniden tanımlanıyor; zorunluluk değil,
seçenek haline geliyor.
Günümüz gençliği artık evliliğe bir ‘olması gereken’ olarak değil, sorgulanması gereken bir karar
olarak yaklaşıyor. Eskiden belirli bir yaşa gelinince evlenilirdi, şimdi ise önce neden evlenilmesi
gerektiği sorgulanıyor. Evlenecek kadar güvenilecek birini bulmak zor, ilişkiler çoğu zaman maddi
kaygılar ya da statü beklentileriyle şekilleniyor.
Birçok insan, tek başına yaşamanın verdiği huzuru paylaşmaya değer bir neden bulamıyor. Çocuk sahibi olmak da artık otomatik bir hedef değil; kimi bilinçli olarak istemiyor, kimi bu sorumluluğun altına girmek istemiyor. Seçicilik artarken, beklentilerde yükseliyor ve “doğru insan” fikri gerçek olmaktan çok, ulaşılması güç bir mit halini alıyor.
Bir noktadan sonra fark ediliyor ki evlilik, bekar olunduğunda hiç yaşanmayacak türden dertleri
beraberinde getiriyor. Elbette çok uyumlu ve mutlu çiftler var ama bu durum oldukça nadir. Kendi
hayatında huzurlu olan biri, bu huzuru bozacak bir ilişkiye girmeye çekiniyor. Çünkü evlenmemek,
sanılanın aksine yalnız kalmak anlamına gelmiyor. Aksine mutsuz evliliklerin içindeki yalnızlık,
huzurlu bir bekar hayatın çok daha ötesinde bir yabancılaşma yaratabiliyor. Bekar olmayı tercih
edenler, dostları ve sevdikleriyle gönüllerince yaşayıp gidiyor. Kimisi evliliğe mesafeli, kimisi doğru
zamanı ya da doğru insanı bekliyor. Bazen ise toplumsal baskılar, aile beklentileri ve ekonomik
gerçekler evlilik kararını erteliyor ya da tamamen devre dışı bırakıyor.
Bu bireysel sorgulamalar yalnızca kişisel deneyimlere değil, Avrupa’da yapılan araştırmalara da
yansıyor. Danimarka’da 2007’de nikâhların %41’i kilisede kıyılırken bu oran 2024’te %29’a düştü.
Sivil törenler artık açık ara önde. İrlanda’da Katolik düğünler son on yılda %59’dan %32.6’ya indi.
İskoçya’da 2019 yılında ilk kez humanist törenler Hristiyan törenleri geride bıraktı. Polonya gibi
Katolikliğin güçlü olduğu bir ülkede bile dini nikâh oranı %65’ten %54’e geriledi. Fransa ve
Almanya’da sivil nikâh yasal olarak zorunluyken, dini tören yalnızca sembolik anlam taşıyor. Nordik
ülkelerde ise kiliseye aidiyet azalırken, doğa içinde yapılan sade törenler ve kişisel semboller
yükselişte. Tüm bu veriler yalnızca sekülerleşmeyi değil, ritüel üretiminin daha yaratıcı, bireysel ve
çoğulcu bir hal aldığını gösteriyor.
Türkiye, Endonezya, Tunus, Lübnan gibi ülkelerde gençler artık daha sade, gösterişten uzak
törenleri tercih ediyor. Geleneksel kına geceleri, mehir pazarlıkları ya da kalabalık düğün alayları
yerine, butik ve kişisel organizasyonlar öne çıkıyor.
Benzer bir durum Hindistan’da da gözlemleniyor. Dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan
Hindistan’da evlilik hâlâ kutsal bir toplumsal kurum olarak görülse de, özellikle şehirli gençler
arasında geleneksel Hindu düğünleri yerine sade törenlere yönelme artıyor. Aile onayı önemini
korusa da, bireysel tercihlerin ağırlığı belirgin biçimde hissediliyor. Bazı çiftler dini töreni tamamen
atlayıp yalnızca resmi nikâhla yetiniyor.
Çin’de ise tek çocuk politikası sonrası ortaya çıkan bireyselleşmiş nesil, evlilik fikrine daha mesafeli
yaklaşıyor. Kırsalda geleneksel ritüeller yaşatılmaya devam etse de, büyük şehirlerde gençler
evlenmeyi erteliyor, ya da evlenmeden birlikte yaşamayı tercih ediyor. Dini nikâh gibi bir kavramın
çok fazla yeri olmasa da, geleneksel Çin düğün ritüelleri de sadeleşme eğiliminde.
Sosyologlara göre bu dönüşüm yalnızca düğün şekillerinde değil, toplumun evliliğe yüklediği
anlamda da derin bir değişimi işaret ediyor. Toplumsal görevden çok kişisel bir anlatıya dönüşen
evlilik, artık bireylerin duygusal ifadelerinin bir yansıması haline geliyor. Zygmunt Bauman’ın
“akışkan modernite” kavramıyla özetlediği gibi, insanlar kalıcı kurumlardan uzaklaşıp geçici, esnek
ve seçilebilir ilişkiler kuruyor. Evlilik de bu yeni bireysel zaman anlayışının bir parçası olarak
şekilleniyor. Artık insanlar evlenmek zorunda oldukları için değil, istiyorlarsa ve istedikleri şekilde
evleniyor. Bu özgürlük, bir yandan bireysel anlamı artırıyor ama diğer yandan ortak kültürel
ritüellerin çözülmesine de yol açıyor.
Geleneksel nikâh törenleri azaldıkça bazı çiftler bu boşluğu yeni yollarla dolduruyor. Sahil
kenarında yapılan sade törenler, doğada gerçekleştirilen seküler ya da spiritüel ritüeller, arkadaş
çevresinin şahitliğinde gerçekleşen duygusal söylevler evliliğe yeni biçimler kazandırıyor. Kimi
çiftler için sade bir imza ve göz göze bir tebessüm yeterli. Törenler dönüşse de bağlanma arzusu
hâlâ devam ediyor. Esas soru şu: Ortak ritüellerin çözülmesi toplumsal bağları zayıflatır mı, yoksa
yeni bir aidiyet biçiminin kapısını mı aralar?
Evlilik hala varlığını sürdürüyor ama artık çok daha farklı bir biçimde. Kilise çanları daha az çalıyor
olabilir ama kalpler hâlâ “evet” demeye devam ediyor. Bu “evet” artık sadece aşkın değil,
özgürlüğün ve bireysel seçimin de bir ifadesi. Kısacası filozofun dediği gibi hem kadın hemde erkek
için geçerli olan şey ”Mutlaka evlenin. Eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa filozof
olursunuz…”