23 Temmuz 2025
İnsan, doğanın, bitkilerin, meyvelerin kabuğunda gizlenen anlamlardan, tatların ötesine uzanan
simgelere; hayatın çekirdeğinde saklı felsefeden, doğanın özüne sinmiş bilgeliklere; ve insanlığın
ruhuna dokunan, bir toplumun aynası olan mecazların derin gücüne doğru bir düşünce yolculuğu
yapan biridir.
Hayat, doğanın içinden geçen ince bir ışıktır bazen; kayalara çarpıp yön değiştirir, suya yansır,
gölgelere dokunur. Benim için bu ışığın geçip iz bıraktığı meyveler var: kavun, karpuz, nar ve elma.
Ama benim zihnimde bu meyveler, düşüncelerimin yapısını, duygularımın derinliğini ve
davranışlarımın çoğulluğunu anlatır.Meyvalar kabukludur.
Çünkü kabuk, insanın hayata karşı aldığı pozdur. Gülümsemeler, suskunluklar, unvanlar, imajlar…
Hepsi birer dış yüzeydir; insanı dış etkilerden korur ama çoğu zaman özünü saklar. Gürültülüdür
kabuk; parıldar, dikkat çeker ama gerçek olanı gizler. İçsel sessizliğin üstüne çekilmiş renkli bir
perde gibidir. Oysa insanın özü, derinliği, niyeti çekirdektedir. Orası saklıdır, savunmasızdır,
sessizdir; ama bir o kadar da gerçektir.
Kabukla tanınır insan, çekirdekle anlaşılır. Kabuk geçicidir, mevsimliktir; çekirdek ise köklüdür,
kalıcıdır. Kabuk toplum içindir; çekirdek yalnızlığın, içsel yolculuğun alanıdır. Kim olduğumuzu
değil, ne yaşadığımızı ve bu deneyimlerin bizi nasıl dönüştürdüğünü gösterir.
Bu anlayışla baktığımda, meyveler bana sadece tat değil, anlam taşır. Onlar, düşüncelerimin ve
duygularımın sembolleridir. Kavun, karpuz, elma ve nar … Her biri insanı anlamak için birer
anahtardır.
Kavunu düşündüğünüz zaman. Düşünceler gibi çekirdekleri merkezden doğar. Bütün çekirdekleri,
bir merkezde düzenli çekirdekler, düşünce de hakikate ulaşmak için bir merkez yer alır. Bu,
Platon’un idealar dünyasına benzer: dış görünüşün ötesindeki gerçekliğe varma çabasıdır.
Tasavvufta bu, tevhid inancında, dinlerde beraber bir olma düşüncesinde saklı olan: her şeyin bir
özde birleştiği fikri. Düşünceler, merkeze doğru derinleştikçe insan kendine yaklaşır.
Fakat duygular öyle değil. Onlar karpuz çekirdekleri gibidir; dağınık, tahmin edilemez, her yerdedir.
Dağınıktır. Bazen özlem bir köşede, bazen kırgınlık başka bir kenarda. Tıpkı Budizm’deki gibi, her
çekirdeğin içinde bir varoluş tohumu vardır. Jung’a göre bu karpuzun içindeki çekirdeklerin
dağınıklığı ayrı ayrı parçalanmışlık kimliğin çok katmanlı hâlidir. Benlik karpuz gibi, bir yanda
çocukluktan kalan izler, bir yanda yeni filizlenen umutlar. Duygular, düzenli değil ama gerçek. Zen
der ki: “Tohumun yerini değil, onu çiğnerken ne hissettiğini düşün.” Belki de karpuz çekirdeklerinin
dağınıklığı duyguların dağınıklığına bile bir çok anlam gizlemiştir.
İnsan davranışları, katmanlı, gizemli ve maskelerle örtülü yapısıyla bir narı andırır. Narın yüzlerce
tanesi gibi, davranışlarımızın da bir kısmı tatlı ve açıkça görünürken, bir kısmı buruk ve derinlerde
gizlidir. Toplumu düşündüğümüzde, nar kadar güçlü bir metafor bulmak zordur. Çünkü her birey
kendi yaşamını kurarken, aynı kabuğun altında, aynı sistem içinde var olur. Tıpkı nar taneleri gibi;
birbirinden ayrı ama birbirine bağlıdırlar. Freud’a göre bastırdığımız yönlerimiz, bu görünmeyen
taneciklerin arasında saklıdır; Jung ise bu derinlikte gölgemizle yüzleşmemiz için bir çağrı görür.
Böylece, insan davranışlarının çok katmanlı doğası, hem bireysel hem de toplumsal yönlerimizle
birleşir ve narın gizemli yapısı gibi çözülmeyi bekleyen bir sır olarak kalır.
Bütün bu meyve düşüncelerinin merkezinde elma durur. Adem’le Havva’nın cennetten
düşüşünden, Newton’un başına düşen elmaya kadar elma, insanın hikâyesinde her zaman özel bir
yere sahiptir. Kur’an meyvenin adını vermez, ama anlatının merkezinde o meyve vardır.
Hristiyanlıkta elma, bilincin uyanışıdır. Yunan mitolojisinde savaşın, kıskançlığın ve felaketin
başlangıcıdır. Newton için yerçekiminin; modern insan için dijital çağın simgesidir. Apple’ın
logosundaki ısırılmış elma, bilginin simgesi hâline gelmiştir. Elma artık sadece bir meyve değil;
düşüşün, merakın, sorgulamanın ve dönüşümün simgesidir. Masallarda prenseslerin yediği o
zehirli elma, derin ve büyülü bir uykunun kapısını aralar; dışarıdan bakıldığında masum ve çekici
görünse de, içinde sakladığı tehlike, masumiyetin ardındaki karanlık sırları simgeler. Bu elma,
güzelliğin ve kırılganlığın birleştiği, hem cezbeden hem de esir alan bir metafordur; tıpkı insanın dış
görünüşüyle iç dünyası arasındaki o ince, gizemli çizgi gibi.
Belki de her şey bir elmayla başladı. Elma düştü, insan düşünmeye başladı. Elma yendi, insan
bilinçlendi. Elma ısırıldı, yeni bir çağ başladı. Elma, sadece geçmişin değil, geleceğin de yükünü
taşır. Her düşünce, düşen bir meyvenin yankısıdır. Belki biz hâlâ aynı elmayı ısırıyoruz. Sadece bu
kez kablosuz. Newton’a göre düşer, Freud’a göre bastırılır, Zen’e göre ise sadece elmadır. Ama
biz, hâlâ onun ne olduğunu tartışıyoruz. İlk günah mıydı, yoksa ilk soru mu?
İnsan işte böyle gizemli bir meyvedir. Kimi dışı parlaktır ama içi boştur. Kimiyse dıştan sade, ama
içinde hayat fışkıran bir çekirdek taşır. Her biri bir hikâye, bir potansiyel, bir sırdır. Bu yüzden insanı
tanımak istiyorsan, kabuğuna değil; çekirdeğine bak. Çünkü gerçek olan hep içtedir. Çekirdek,
görünmeyen bir merkezdir; ama bütün hayat oradan doğar. Kısacası insanı anlamak istiyorsan
kabuğuna değil, çekirdeğinei özüne bak.