Kopenhag 8 Ekim 2025
Eylül 2025’te Netflix’te yayımlanan Kanada yapımı, mizah ile karanlığı birleştirerek Tall Pines kasabasının gizli yüzünü anlatır.
Polis memuru Alex ve hamile eşi Laura, kasabaya taşındığında Tall Pines Akademisi’nden iki öğrenciyle yolları kesişir; bu karşılaşma kasabanın ve insan ruhunun karanlık yönlerini açığa çıkarır. Filmde kurbağanın sıçrayışı, acıdan arınma arzusuyla özgürlüğün bedelini unutma eğilimi arasındaki sembolik bir sıçramadır.
Wayward, İngilizcede “ters, dik başlı, inatçı” demek. Dizideki çocuklar yalnızca kurallara karşı gelmez; kendi yolunu çizer, sistemi sorgular. Bu yüzden çocuklar, toplum ve ebeveynler tarafından tehlikeli görülürler.
Tall Pines Akademisi, korkunun kurumsallaşmış hâlidir. “Sorunlu gençler” etiketiyle anılan çocuklar, toplumun temel refleksinin kurbanıdır: farklı olanı düzeltme isteğidir. Aileler, çocuklarını “iyileştirsin” diye gönderir ama gerçekte onları kendi korkularından uzaklaştırmak ister. Disiplin ve düzen arayışı, sevgiyi kontrolle karıştırır. Foucault’nun dediği gibi, “Toplum, deliyi hapsettiğinde aslında kendi aklını güvenceye alır.” Tall Pines Akademisi de, inatçı çocukları hapsederek toplumun düzenine olan inancını korur; kaybolan şey, gençlerden önce ebeveynlerin vicdanıdır.
Bir gece kapınız çalınıyor ve çocuğunuz “iyileşmesi” için bir kuruma götürülüyor. Bu süreç, kimliğin törpülendiği bir yeniden doğuş operasyonuna dönüşüyor. Abbie ve Leila, sıradan gençler; sınırları zorlar, kuralları çiğner. Ama Abbie’nin babası için bu “yoldan çıkmak” demektir. Kızını kontrol ederek kendi korkularını bastırır; dizide modern ebeveynliğin felsefi açmazı ortaya çıkar: koruma içgüdüsü ile tahakküm arasındaki fark silinmiştir. Belki de her “wayward” çocuk bir aynadır: anne babasına, toplumuna ve izleyiciye, özgürlüğün ne kadar tahammülsüz bir dünyada yaşadığımızı gösterir. Wayward bu sahneyle başlıyor, fakat anlatmak istediği bundan çok daha fazlası: Kontrolün sevgiyle, esaretin eğitimle, korkunun ise “koruma”yla maskelendiği bir çağın hikâyesi bu. Tall Pines Akademisi’nde yaşananlar yalnızca bir okulun değil, modern ebeveynliğin çıplak gerçeğidir. Biz artık çocuklarımızı sevmekle onları düzeltmek arasında sıkışıp kaldık.
Tall Pines Akademisi’nin duvarları arasında birey bir laboratuvar nesnesine dönüşür. Davranışlar gözlemlenir, duygular kayda alınır, kimlik topluma uygun hâle getirilir. Birey özgür olduğunu sanır, ama sürekli izlenir. Wayward, izlenme hissini izleyiciye de bulaştırır; ekran başında biz de gözetleyenle gözetlenen arasındaki çizgiyi kaybederiz.
Tall Pines Akademisi’nin gölgeli salonları Platon’un mağarasını andırır. Dışarıdan bakıldığında okul düzenli, temiz ve sistemlidir. İçerideyse karanlık terapiler, kaybolan gençler, silinmiş benlikler vardır. Gerçeklik, duvarlara yansıyan bir yanılsamaya dönüşür. Wayward bizi bu mağaranın tam ortasında bırakır ve sessizce sorar: “Gerçeği görmek mi istiyorsun, yoksa güvenli gölgelerde kalmak mı?” Bu soru yalnızca karakterlere değil, biz izleyicilere de yöneltilir. Çünkü ekran başında, kendi dijital mağaramızda zincirli oturmuyor muyuz?
Alex karakteri dizinin bu temalarını derinleştirir. Alex, toplumun “normalleştirme” arzusu karşısında bir ayna gibidir. Onun varlığı, düzeltme takıntısıyla yaşayan bir dünyanın ikiyüzlülüğünü yansıtır. Cinsiyet, kimlik, yönelim… Her şey “uyum” adı altında biçimlendirilmek istenir. Alex’in sessiz varlığı bir direniş biçimidir; çünkü bazen var olmak, açıklamaktan daha büyük bir cesarettir.
Tall Pines Akademisi’nin kurucusu ve müdürü Evelyn Wade ise kötülüğün karikatürü değildir. O, “kötülüğün sıradanlığı” kavramının canlı bir örneğidir. Kendi gözünde yaptıkları tamamen iyidir. Çocukların iyiliği içindir. Fakat asıl tehlike tam da buradadır: İnsan, sistemin içinde kötülüğü iyilik sanarak sürdürebilir. Evelyn, düzenin vicdanıdır; düzen ise vicdansızlığın ta kendisi. Wayward burada korkudan çok utanç uyandırır çünkü kötülüğü yaratanların şeytanlar değil, iyi niyetli insanlar olduğunu gösterir.
Bu hikâye yalnızca bir kasaba ya da okulun değil, modern toplumun alegorisidir. Şiddet artık doğrudan değil, terapi biçiminde deneyimlenir; gözetim kameraları yerine algoritmalar, disiplin memurları yerine sosyal medya var. Duygularımız ölçülüyor, davranışlarımız ödüllendiriliyor, kimliğimiz yönlendiriliyor. Wayward filmi, kendi gönüllü mahkûmiyetimize bakmamız için bir aynadır.
Dünyanın neresine bakarsanız bakın, bu hikâyeye benzer: Korkan ebeveyn, sözde “iyileştirici” kurum, susturulan çocuk. Avrupa’da İrlanda’daki Katolik yatılı okulları, Fransa, Almanya’daki cemaatler, İskandinavya’daki tarikat kampları; Amerika’daki reform okulları ve faith camps; Afrika’da Senegal’de talibé çocukları, Nijerya’daki rehabilitasyon merkezleri; İran’da Şii dini okulları olan Hawza’lar, İsrail’de gençlere yönelik yatılı dini okullar, özellikle Yeshiva ve Midraşalar, Asya’da, Hindistan’daki aşırı dindar tarikat yurtları, Afganistan’daki Suudi Arabistan, Pakistan Orta Doğu’daki medreseler, yurtlar; Çin’de bazı yatılı dini okullar ve Rusya’daki dini cemaat okulları…
Her coğrafyada yöntemler farklı ama sonuç aynıdır. Özgürlüğün yerini itaat, sevgiyi kontrol alır. Türkiye’de de durum benzerdir. Burada şunu ifade etmek isterim ki bu ülkelerdeki mantık, cemaat yurtları ve dini grup yurtları, küçük yaşta çocuklara teslimiyet öğretir. Sevgi yerine korku, özgürlük yerine uyum öne çıkar. Çocuk, inancı değil, korkuyu öğrenir; korku büyüdükçe kimliğin sesi kısılır.
Belki de asıl soru şudur: Bir çocuğu korumak mı, yoksa ondan korkmak mı istiyoruz? Sevgi, korkunun gölgesinde büyüyorsa, teslimiyet inançtan daha kolay öğretilir. Hiçbir dua, susturulmuş bir çocuğun sesini geri getiremez.
Tüm bu hikâye yalnızca bir kasaba ya da okulun değil, modern toplumun alegorisidir. Bizler artık şiddeti doğrudan değil, terapi biçiminde deneyimliyoruz. Gözetim kameraları yerine anketlerimiz, disiplin memurları yerine algoritmalarımız var. Sosyal medya, her birimizi birer Tall Pines öğrencisine dönüştürüyor; duygularımız ölçülüyor, davranışlarımız ödüllendiriliyor, kimliğimiz yönlendiriliyor. Wayward bu yüzden yalnızca bir dizi değil, bir uyarı: kendi gönüllü mahkûmiyetimize bakmamız için bir ayna.
Wayward bize bir farkındalık sunar: Kurtuluş, yalnızca tutsak olduğumuzu fark etmekle başlar. Her inatçı çocuk bir aynadır; anne babasına, topluma ve dünyaya. Çocuklar, özgürlüğün tahammülsüz bir dünyada ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatır.
Peki, bir çocuğun inatçılığı gerçekten bir hata mıdır, yoksa bir ruhun hayatta kalma biçimi mi?..