İran, İsrail ve Kürtlerin Tanıklığı

Kopenhag, 8 Ağustos 2025

İran rejimi ise yıllardır kendi halkına, özellikle Kürtlere karşı benzer bir zulüm politikası yürütüyor.
Bu bağlamda İsrail’in İran’a saldırması, Kürt halkının yıllardır süren sessiz çığlığına ironik biçimde
bir ayna tutuyor. Ne garip: Bir yanda İsrail güvenliği gerekçe göstererek saldırıyor; öte yanda İran,
aynı “güvenlik” bahanesiyle kendi topraklarındaki Kürt gençlerini asıyor. Gerçek şu ki; her iki
durumda da yaşatmak değil, susturmak var. Beğenmek değil, sahiplenmek değil… Koparmak var.

Winnie the Pooh hikâyesinde Piglet’in dediği: “Eğer bir çiçeği beğenirsen onu koparırsın; ama
seversen onu her gün sularsın.”

Bu cümle, hem insan ilişkileri hem de dünya siyasetinin karanlık oyunları için sarsıcı bir aynadır.
Beğenmek geçicidir, tüketir; sevmek ise süreklidir, yaşatır. İşte bu temel farkı anlayamayan ya da
anlamazdan gelen dünya düzeni, bugün Ortadoğu’da çiçekleri koparıyor, sular gibi değil, yangın
gibi.

İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sadece bir güvenlik hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası
ilişkilerin “koparma” zihniyetine saplandığını da gösteriyor. Elbette İsrail’in, İran’ın nükleer
kapasitesi ve bölgedeki milis yapılanmaları üzerinden duyduğu tehdit gerçek olabilir; ancak mesele
yalnızca güvenlikten ibaret değildir. Bu, gücün hakka dönüşme çabasıdır. Ve bu çaba, tıpkı bir
çiçeği sevdiğini sanıp onu dalından koparmak gibidir: Gerçekte onu yok etmektir.
İsrail’in yıllardır süregelen “güvenlik” merkezli dış politikası, aslında bir varoluş kaygısının sürekli
yeniden üretimiyle şekilleniyor. Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye yönelik her askeri hamle, resmi
söylemde ulusal güvenliğin korunması olarak sunulsa da, bu refleksin ardında derin bir paranoya,
sınırların ötesini kontrol altında tutarak içerideki kimliği sabitleme arzusu yatıyor. Tehdit algısı
genişledikçe, düşman imgesi de şekil değiştiriyor; sınırların dışındaki her direniş, içerideki kırılgan
yapının tehdit unsuru haline geliyor. İsrail için güvenlik artık sadece savunma değil; tanımını
kendisinin yaptığı bir “sükûnet”in mutlak dayatması haline gelmiş durumda. Yani asıl amaç,
tehditleri bertaraf etmek değil, alternatif seslerin kökünü kazımak. Sessizlik istemekle yetinmiyor,
mutlak bir teslimiyet talep ediyor.

Bu noktada İran’a dönüp baktığımızda ise, benzer bir güvenlik saplantısının Kürtlere diğer etnik
gruplara içeride nasıl bir baskı rejimine dönüştüğünü görüyoruz. İran rejimi, özellikle etnik
kimliklere, Kürt halkına, kadınlara ve muhalif seslere karşı uyguladığı baskıyı da yine “istikrar” ve
“bütünlük” kisvesi altında meşrulaştırıyor. İsrail dışarıya saldırarak kimliğini koruduğunu sanarken,
İran içeridekileri bastırarak gücünü sürdürebileceğini düşünüyor. Her ikisi de farklı araçlarla aynı
şeyi yapıyor: varlıklarını tehdit edenleri susturmak. Ama unuttukları şey şu ki; bastırılan her ses,
yankılanarak geri döner. Susturulan her halk, zamanla kendi sözünü kuracak bir zemin bulur.

İsrail’in saldırganlığı ne kadar kabul edilemezse, İran’ın içerideki baskısı da bir o kadar
meşruiyetten yoksundur. Biri devletlerarası hukukla oynarken, diğeri temel insan haklarını çiğniyor.
Her iki durumda da kurban edilen, yaşama hakkı değil sadece; bir halkın hafızası, kültürü, ve

geleceğe dair hayali. Ve bu hayalleri susturmak mümkün değildir; çünkü onlar, kurşunla değil
umutla büyür.
İran’da idam edilen Kürt gençleri sadece bireysel hayatların kaybı değildir; aynı zamanda bir halkın
yok sayılışının kanlı nişanesidir. Mahsa Amini’nin, Zanyar’ın katledilişiyle simgeleşen bu zulüm
zinciri, Kürtlerin sadece fiziksel değil, kültürel ve duygusal bir imha sürecine tabi tutulduğunu
gösterir. Ve dünya bu çiçeğin koparılışını izlerken sadece susar. Çünkü o çiçeği sevmediler, sadece
uzaktan “beğendiler” belki de.
Peki ya biz?
Biz bir halkı gerçekten sever miyiz, yoksa çıkarımıza hizmet ettiği sürece mi “beğeniriz”?
İsrail, İran’a saldırarak kendi güvenliğini sağlamaya çalışırken aynı anda bölgedeki daha büyük bir
yangının fitilini de ateşliyor. Bu bir “sulama” değil, bir yangın çıkarma eylemidir. Tıpkı İran’ın
içindeki çiçekleri, yani halkını, farklı kimlikleri susturarak, bastırarak ve yok ederek yaptığı gibi…
Çiçek metaforu burada sadece bir masal değil. Bu çiçek gerçek: Adı bazen Mahsa’dır, bazen bir
Zilan, bazen bir Aram. Ve bu çiçek ya öldürülüyor ya da sürgüne mahkûm ediliyor.
O halde sormak gerekir:
Dünyanın büyükleri çiçekleri gerçekten seviyor mu, yoksa onları birer dekor gibi mi kullanıyor?
Biz zulme uğrayan kardeşlerimizin sadece hikâyelerini “beğenmekle” mi yetineceğiz, yoksa onların
yaşaması için her gün “sulamayı” mı seçeceğiz?
İsrail’in çiçeği sadece kendi bahçesinde görmek istemesi; İran’ın ise kendi bahçesindeki farklı
çiçekleri Kürtleri, Beluçları, Azerileri “yabani ot” gibi görmesi, aslında aynı zihinsel yapının iki
versiyonudur. Bu zihniyet sevmeyi değil; beğenip sahiplenmeyi, sonra da “istenmeyen”i kesip
atmayı tercih ediyor.
Piglet’in çocuk masalında söylediği o cümle aslında bir siyasal bilgeliktir: “Eğer bir çiçeği
beğenirsen onu koparırsın; ama seversen onu her gün sularsın.”
Dünya, Ortadoğu halklarına Kürtlere, Filistinlilere, Beluçlara, Ermenilere, Yahudilere, Yezidilere
karşı artık yeni bir yol seçmelidir: Koparmak değil, sulamak.
Ortadoğu’da güçlü olanlar çiçekleri sevmez; onlara sadece sahip olmak ister. Bu yüzden en güzel
çiçekler ya sürgün edilir ya da koparılır.
Ancak o zaman gerçekten barıştan, hakikatten, adaletten söz edebiliriz.

Foto: İzzet Aran